Gün tükeniyor, geceleri uyanık kalanların sayısı birer birer azalıyor. Ömrüme dolanan uykusuz kayıplarının kaçıncısı, saymıyorum. Gecenin üçünde birbirine değinen kalplerin üzerini karla örtüyor mevsim, baharda toprağa karışıp, gelinciklere yatak olacağız, ve temmuzlar boyu kavrulacağız ayrı zerreler halinde.
Birkaç semt uzağımda, benimle atan bir kalbe hazırladığım çift fincanlı kahveler şimdi kavanoz diplerinde kalıyor. Kimbilir kaç şehir oluyor, semtlerin kederi birike birike...
Evimin duvarlarına asılı adresler, bantlarını gevşetiyor yokluğumda, ömrümden demir alan bekleyişler gibi; biraz ısınmak yetecek genleşmesine duvarların, ve düşecek onlara giden yollar, benim gidişime nispet yapar gibi...
Oysa şarap kadehinin, ekran ışığıyla aydınlanacağı o odada, keşfine çıkılacak morlar taşıyordum, cümlelerine koyduğun gibi... Zeytin yeşili bir kadife koltukta, portakal kokan uykusuzluklarını düşünüyordum çocukluktan kalma yatak örtüsüne gülümseyerek... Uyuyabiliyor musun artık hikâyeleri ekrana koymadan, gözlüksüz...
Öyle gecelerin üç halini, bıraktık deniz sokak yokuşunda...
Birbirine dolanmış bir çift soru işaretinin kapıyı çalmasını beklediğimiz seneler bitti, büyümek dediğimiz ardışık kütlelerde sek sek oynarken gönülsüz.. Kapı çalındı, kaybettiğimizi sandığımız ömrün yarısı, şaşırtmayarak; sabahın ilk ışıklarında, öyle kendini temize çekerek geldi yeniden; aynı sessizlikle. Kendi sesimden yorulup, sıkıldığım o sonsuz suskunluğuna "buradayım artık..."ı ekleyerek... Gecenin üçüne karamel tadı çalarak... Uykusuzluğundan emin oluşumu, şefkât ihtiyacına sarmalayarak, varlığımdan şüphe etmeksizin, imlâ işaretleri arasında rüya görerek...
Neyi, nerede bıraktık, bırakabildik mi... Bir üçün bilinmezliğinde kalıp, kutsallaşan bir bekleyişe devam ederek...
Telefonların açılmadığı üçleri bıraktık hayal kırıklıklarından yap-boza dönmüş bir ömrün yalanında. Ne kırmızı kızardı bir daha öyle, ne de yatak çarşafları şahit oldu eskimesine gençliğin... Güveni soyunup da baş ucuna bırakarak gözyaşından adresleri, kapıyı çekip çıktık; utancımız üzerimizdeki her şeyi eğreti kumaşlara döndürürken...
Bak, gece üç oluyor, üçü geçiyor çokça. Köprücük kemiklerinden inci düşüren o kadın nerede yıkanıyor...
Şiirler hangi dizelerini ödünç veriyorlar üç hikâyelerine...
Arkada bırakmaya zorlandığım ne varsa, bir- iki- üç gözyaşı damlasıyla mürekkep dağıtıyor kâğıtlarda. Çok kırmızı, çok mavi, çok turuncu cümleler dağılıyor sayfa kenarlarında.. Söylenenler gölgede kalıyor söylenmemişin ağırlığıyla... Yaşanılanlara, ihtimaller ekleniyor rengini senelerce öğrenemediğim uykusuz bir hikâyede. İhtimaller, şehirlerden topluyor soru eklerini... Onlara rağmen, bütün üç insanları eksiltiyorlar dağınık düşüncelerini gecemden...
Bir yanım hep aynı kırık şarkıyı söylüyor. Sesime varamayan, içimde ezberini büyütüp duaya dönüşen o şarkı... Hep yarım kalan bir şeyler arasında, gecede üç kere kanatıp, üç kere öpen şarkı...
Yine uykusuzluğuna yaslanıp, gecesine inandığım o çocuğun hatılattığına dayıyorum kan revan içindeki yitirişleri; "güneş varken..."...
Geriye gecenin üçü hep kalıyor; öyle bâkir, öyle bozguna, vurguna temizlemiş kendini, öyle bir başına, öyle sen, öyle ben, öyle "üst üste üç kere deniz, üç kere çınarlar..."...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder