26 Aralık 2015 Cumartesi

Saçlarıma düşen karlar..


Yakınlarımın, tanıdıklarımın, sevdiklerimin ve en başta oğlumun defalarca tekrarladıkları ve akıllarına her geldiğinde temcit pilavı gibi önüme sürdükleri bir istektir saçlarımı boyatmam..

Çok değişik çok farklı şekillerde sunarlar biraz ürkek ama inançlı insanların direnişleri şeklinde.. Hepsine olmasa da pek çoğuna aynı cevabı veririm.. “yok.. seviyorum ben aklarımı..” derim, ısrar kapısını kapatan bir ses tonu ile.!...


Çünki, ne zaman saçlarımı tarasam, tek tek taramam zülfümü (!) ama, yol yol ağaran saçlarımla konuşur dertleşirim.. Onlar hayatımın bilânçosudur çünki..

Bana geri gelen dertlerimdir.. paylaştığım paylaşamadığım acılarımdır.. boşa geçen veya şükrettiğim yıllarımdır..

Yani o aklar benim ömrümün manifestosudur.. nasıl boyatırım?

“Demek ki doğruymuş söylenen.. demek ki bir gecede ağaran saçlar varmış” diye, sol şakağımdaki ak tellere bakarak ağlayıp acımı onlarla paylaştığım sanki dün gibi.. sonra birden hızlanan ve ben kabullenip aslını inkâr etmedikçe çoğalan aklar!..

Aslında bildiğim okuduğum çalıştığım bir şehre giderken, ama tıpkı bir meçhule gider gibi bindiğim bir kara trenden indiğimde de sağ şakağımda oluşan akları da, “demek siz de tren yolculuğunu seviyorsunuz… hoş geldiniz taçsız başıma” diye kabullendiğim aklar!.. o da sanki dün gibi..

Zaten artık geçmişin tamamı dün gibi !..

Sonunda, her görenin kabullenmekte zorluk çektiği aklarım için yapılan ısrarları, kibarca ve duygusal olarak şiir gibi(!) susturmayı denedim.


“Gelip yerleştiler
önceleri sessiz,
sonraları arsız arsız
gelin teli gibi aklar,
hiç gelin teli takmadığım başıma!”
  
dedim önce, … sonra .. neden? sorusuna belki cevap olur diye,
 
“Her birini,
kopan gönül tellerime taktım
besteler yaptım hasretine..” 
 
diye devam ettim..

Baktım ki, saçlardaki akları ömrün yılları olarak düşünenler fazla, o zaman hak verdim haksız zannettiklerime.
Ve,

“Ben kopartmadan taradıkça
kar gibi yağdılar başıma,
örttüler karanlık düşlü başımı,
varsın yüzüme vursunlar yaşımı!”
 
dedim dürüstçe ..




 



 

19 Aralık 2015 Cumartesi

Zamanla değişen ÖN yargılar!!..


Bazı kıstaslar vardır insan beyninde.. Eğer “O” varsa, o zaman “O”, düşündüğü gibidir.. :))

Bilmece gibi konuşmanın bir anlamı yok.. Ayrıca yazılarımda ilgi çekme motifleri kullanmadığımı da bilirsiniz.. Hiç aklımda yokken, hesaplarım içinde yer tutan yekûn kabardıkça, ister istemez şu anda komik gelen ama, belki zamanında pek çoğumuzun da benim gibi düşündüğü gerçeklerle yüzleştim..
Benim haricimde, evimde miyadı dolan ne kadar elektronik
eşya varsa sanki birbirlerine nispet yapar gibi peş peşe bozuldu.. Önce buzdolabım çekti başı, sonra çamaşır makinem birden yürümeye, daha doğrusu zıplamaya başladı.. Veeee… bugün de bulaşık makinem evimi göle çevirerek veda etti.. Veda ettiğimiz yaza girerken tamir edilen ve yekûnu epey canımı acıtan klimamı saymıyorum..
Sonra… bu aletlerin alınma tarihini soran Arçelik
yetkilisinin söylediğim tarihi duyduğundaki şaşkınlığı.. Ve ister istemez beni o yıllara sürükleyen hatıraların beni sarıp sarmalaması..





***
Her yaz, bulunduğumuz il neresi olursa olsun, banka kampına giderken, özellikle İstanbul’daki dostlara uğramak ve akrabalarımızı ziyaret etmek için kamp başlamadan önce gelip birkaç günümüzü otelde geçirirdik..

Yine böyle bir düşünce ile konakladığımız otelden banka müdürü olan bir dostumuzun evine gittik.. Müdür olan kişi, eşimin, eşi olan bayan da benim çok samimi arkadaşlarımız idi.. Yardım amaçlı ve biraz da kıkırdamak için arkadaşımla beraber mutfağa girdiğimde bir acaip ses duydum sanki evin içinde rölantide çalışan bir araba vardı.. ve o an sesin beyaz değişik bir dolaptan geldiğini farkettim.. Bu ses ne diye sorduğumda arkadaşım önce çok güldü sonra da “bulaşık makinesi.. yoksa sen daha almadın mı “ diye cevap verdi.. Sonra da “ sen esas bunu gör.. gel…” diye beni banyolarına sürükledi.. Orada da diğerine benzer bir ses vardı ve ortası cam olan bir dolabın içindeki köpükte devamlı bir şeyler dönüyordu.. Şaşkınlığıma şaşıran arkadaşım, “kız yoksa senin çamaşır makinen de mi yok?” diye biraz ciddi bir soru sordu!.. Olmaz olu mu var tabii ama ortasında merdanesi var üstü açık.. diye anlatırken “amaaaaan… ver onu bunu al” dedi.. Aylarca, nasıl oluyorda çarşaflarla havlu ve kilotların aynı suda yıkandıklarını düşündüm durdum.. Sonra aklıma fiyatlarını sormak geldi.. 1970 li yılların başında söylenen rakam, benim maaşımdan fazlaydı.. Çamaşır makinesiyle ikisi ise evin gelirini aşıyordu.. zenginler grubuna adım atamamış olduğumu düşündüm !!

İşte o gün evinde çamaşır ve de (özellikle) bulaşık makinesi olanları, zenginler grubuna dahil etti beynim.. Benim için gerekli olan yani bir evin gerçek ihtiyacı olan şey buzdolabı idi.. O da vardı zaten.. Diğeri de işimi görüyordu çamaşırlarımı pırıl pırıl yıkıyordu.. Bulaşık makinesine ise, hiç ama HİİİİİYYYYÇ ihticım yoktu hatta bir eve alınması bile gereksizdi hatta komikti.!!.

Benim çok meşhur bir sözüm vardır.. derim ki, “ölülerle deliler fikir değiştirmez” bu biraz da kaçak güreşmenin edebi olanıdır aslında :)) Ama, zaman bana uymayınca ben zaman uydum herkes gibi.. Yine de 23 yıl gibi tam çeyrek asıra yakın dayandım direndim ve evime o gereksiz zannettiğim aletleri sokmadım.. Daha sonra gün değişti… devran döndü.. ve ben tek başına yaşamayı tercih edince.. çamaşırlarımı yıkayan olmayınca… yıkayabildiklerim de yıkanmamış gibi durunca!!… Oğlum da takım elbisi ve kravatı ile üniversiteli bir genç olunca.. 1993 yılında evime (yeni bozulan) çamaşır makinesi girdi.. Yani zenginler grubuna adım atmış oldum !!

Daha sonra Milenyum denen tek dişi kalmış canavarla tanıştı evlatlar.. Her şeey… birden her sistem değişti.. mekanik yaşam başladı .. Sanki biri bir düğmeye basmıştı.. cep telefonları .. değişen tüm elektronik aletlerle yaşamı tamamlayabilme dönemi başladı.. veeeeee İstanbul’da oğlumun evimize milenyum hediyesi de bir bulaşık makinesi oldu..

İnsanlar rahata çok çabuk alışır hepiniz bilirsiniz.. Daha önce nasıl yapıyorduk nasıl yaşıyorduk bunlar olmadan diye düşünenleri ayıplayışımı hatırladıkça yüzüm pancara dönse de, milyoner olduklarını zannettiğim evdeki ilk bulaşık makinesini gördüğüm günü hatırlamadan duramıyorum..

EWWWET… yani demem o ki… daha doğrusu Arçelik yetkisinin dediği gibi, artık bu makinelerin tamamı Çin’de üretildiği için ömrü gerçekten 7 yılmış.. Bu benim dayanıklı olan 22 yıllık çamaşır makineme ve 16 yıllık bulaşık makineme bakıp, bunlar general motorun üretimi tamir edileni bile 7 yıldan fazla dayanır deyince de tamir ettirmeye karar verdim ikisini de..

Çünki ben de uzun zamandır sağlık sorunları yaşayan vücudumun tekleyen makinesini tamir ettirmeye çalışıyorum..

Ne demişler??? “Mal, sahibine benzer” 
 


 

 

 

 

11 Aralık 2015 Cuma

Son aşk !


İnsan kendisini perişan eden ruh hallerini hep son aşk olarak kabul ettiğinde, yani bir daha aşık olamayacağına adı kadar emin olduğunda , nereden bilebilir kendisini paramparça eden o duyguların da bir süresi olduğunu?..

Zaten insan her aşkı için “bu son aşk” diye düşünür kanı deli aktığı süreler içinde.. Sonra haklı haksız ayrılıklar girer araya.. sağanak yağışları başlar gözlerin.. Tüm organlar kısık haldedir.. nasıl feci nasıl tahammülü bulunamayacak zannedilen acılar çeker insan, bir daha ASLA sevmeyeceğine kutsal bildiği her şey üstüne yemin ederken içinden..

Bilemez tabii ilk üç ayın süresince kabuk değil zar bile bağlamayacağını yüreğindeki yaranın.. Ve yine bilemez bir gün ansızın, yani o gün, gideni düşünmediğini fark ettiğinde kendisini suçlu hissedeceğini..

Nereden bilebilir ki yakın bir gelecekte, buymuş demek ki gerçek aşk.. buymuş!.. diye düşünüp yeniden seveceğini..

Bu bir döngüdür.. ama kısır bir döngü değil. Çünki hiçbir şey bu duygunun önünde bir engel teşkil edemez. Ne şartlar, ne mesafeler, ne yasalar ve ne de yasaklar!..

Çünki, legal / illegal mefhumunun geçerliliğinin olmadığı bir duygudur AŞK.. Ne karşılıklı olması şarttır ne de kanunlara uyması!.

Ancak bir sorun var.. başladım başlamasına yazıma ve her bir cümlem gerçeğin taa kendisi ama, anlatmayı düşündüğüm aşk bu değil.. bunların hiç birisi değil. Anlatabileceğimi zannettiğim ve hâlâ başlamayamadığımı fark ettiğim “son aşk” bunların hiç birisi değil!..

Benim gözümde ve gönlümde olan aşk, cinsellik içermeyen duygu selidir. Yüreğin fırtınasıdır.. seni savuran ya da içine çekip mahkûm eden mantığının hortumudur son aşk.. dayanma noktan mı demeliyim, yoksa daha farklı son kalp çarpıntıların mı demeliyim?

İtirafa gerek kalmayan.. inkâra ise hiç gerek duyulmayan.. kendi gözünde insanı insan kılığından çıkartmayan!

Son köşeyi dönme bilinci içinde, yüreğine ve ruhuna uzanan dayanma dinlenme ağacının gölgesidir son aşk..

Beklediğin, umduğun uğraş verdiğin, inkâr edeceklerine mahcup olma korkun olmayan, çünki yörende inkâr edeceğin bir kişinin bile olmayacağı bir çağdaki son aşktan bahsediyorum.. Daha doğrusu anlatmaya çalışıyorum..

Bir gün, ama mutlaka bir gün duvara astığınızı düşündüğünüz eleğin yerinde yeller eserse, bilin ki son virajdaki hayâllerinizde elinizden tutan biri var...
Bir hayâl.. İşte o, tıpkı bir Mikroskop gibidir o hayâl .. hissettiğin her duyguyu çoğaltıp, bir insanı özlemenin merak etmenin, veya hayâllerinin içine misafir etmenin, ne için olduğunu bilmediğin ümit etmenin mikroskobudur son aşk..

Aza kanaat etmenin değil, olmayanı kaybetmemek için, kendini dengeleyen duygularınla barışık olduğun dönemdir son aşk..

Şimdi sizlere masal tadında ama yaşadığım bir gerçeğin en acı halini yine masal gibi anlatmak istiyorum..
 
 
Bundan yıllar yıllar önce… henüz ruhsal ve bedensel aşklar yaşandığı yaşlarda, benden yaşça çok büyük olan, çok dertli olan ve anlatmadığı derin derdine saygı duyduğum bir dostun yemek davetini kabul etmiştim..

Çok ünlü bir meyhanenin önünde durduğumuzda, bir an tereddüt etmiştim girip girmemekte.. Ne sevdiğim ne de sevenlere saygı duyduğum bir mekân olduğu için.. Sonra, sadece “ben alkol almam bilirsiniz zamanım da sınırlı" demekle yetinmiştim.
Beni duyduğunu hiç zannetmiyorum .. ruh gibiydi..

Oldukça salaş görünümlü yarı karanlık bir meyhaneydi girdiğimiz.. Çok mükemmel lezzetli yiyecekler sunan.. tertemiz.. biraz pahalı ama yenenlerin tadının damakta kaldığı bir mekân..

Herkesin damla damla hiç çekinmeden gözlerinin yaşlarını akıttığı… sallana sallana ağladığı bir mekân. Hiç kimsenin bir diğerine bakmadığı baksa bile görmediği bir mekân..

Tek ortak noktaları hep bir ağızdan aynı şarkıyı söylemeleri idi.

Tek müşterekleri buymuş gibi görünse de, birbirlerinden haberdar olmayan hatta birbirlerini hiç tanımayan ve belki bir daha asla bir araya gelmeyecek olan bu insanlar, aynı şarkıyı söylüyordu sağa sola sallana sallana .. zaman zaman sesli ama genelde sessiz hıçkırıklara boğularak.. Hiç kimsenin, kimseye, hiç kimseyi şikâyet etmediği ama hepsinin kendi haline ağladığı bir ortamdaydılar..

Çift olarak gelenler de vardı, grup halinde gelenler de .. çoğunluk tek başına gelenlerle dolu korkunç bir kalabalık, “Kimseye etmem şikâyet.. ağlarım ben halime..” diye, akortsuz, en içten en duygu yüklü sesleri ile sessizce haykırıyordu..
Hepsi yaşlı insanlardı.. kadın olsun erkek olsun.. içlerinde genç denebilecek yaşta olan yoktu.. Adı ne buranın diye sorduğumda, garson, “Gençler meyhanesi” demişti.. Çok garip hatta çok komik bulmuştum .. Bunu fark eden dostum, “insanın gönlü hiç yaşlanmaz.. hele ki duyguları.. bir de son viraja girdiklerinin ve son aşkı yaşamanın bilincinde olanların kimseye şikâyetleri de olmaz” demişti..

Şimdi aklıma zaman zaman takılan bu görüntüyle özel düşüncelerimi sizlerle paylaşırken, son aşk ile ilgili fikrimi ve ahvalimi kimseye şikâyet etmediğimi düşünürken, nedense içimden, bu yazımı okuyan, beni anlayan ve satırlarımda kendisini bulan herkese, “şerefe” diye bağırmak geldi..


 
 

5 Aralık 2015 Cumartesi

Tanıdık yabancı..


Onun anlattıkları bitince,
benim anlatacaklarıma gerek kalmadı!. 


Halbuki aradan geçen bunca yıl .. her gece, hatta her gün, her saat... ne çok şey anlattım ona!. Her anlattığımı dinlerdi.. Anlardı! Sonra ben dinlerdim bir kemanın çaldığı Vivaldi inceliği ve yumuşaklığı içinde onun anlattıklarını hayâlimde .. elimde hiç solmayan o çiçekle!..

        


Ve ben bunca yıl, hep bu hayâlle yaşadım hiç bıkmadan.

***
         Aradan ne çok yıl geçti. Asır gibi.. Ne çok şey yaşandı.. Ne çok kış geçti üstünden soğukluğu hâlâ üstümden geçmeyen.. Yaşanan ender güzelliklerin,  yaşanmaması gerekenleri biraz olsun unutturduğu bu yıllar, bu saymakla bile bitiremediğim yıllar sonunda, karşımda oturan, hayâl değil gerçekten karşımda oturan bu tanıdık yabancının anlattıkları bir saat içinde bitti..
Hatta daha erken!.

Çünki konuşmalarının bazı yerlerinde, hiç tanımadığım, hiç tanışmadığım ve zerre kadar ilgimi çekmediği halde içime eski paslı bir tel gibi sokup anlatmaya başladıklarını duymamak için, kulaklarımın kapısını yüzüne kapattım !. Sadece dudaklarının kıpırtılarını seyrettim..
O anda içimdeki “öteki” anlatmaya başladı duymak istediklerimi!!.. ama dublajı bile beceremedim.. Gerçeğinin dudaklarına, gerçek olmasını istediğim ötekinin anlattıkları uymadı!.


Aa.. ne zaman geldi bu yemekler? ...


Tabağımdakileri kim yedi?

 ....  Tabağının kenarına dayadığı bıçağın sesi, kapalı kulak kapımın ziline dönüşünce, konuşmasının bittiğini anladım.. Arkasına yaslanıp, kibarca peçetesinin ucu ile ağzının kenarını silerken, “eee, sen de ne var ne yok?” dedi..
-Bir sen vardın, şimdi o da yok!

diyemedim..

Dilimin ucuna ucuna gelip saklanan kelimeleri yerli yerine koyamadım.. Perişan halimi anlar diye zihnimden geçenleri seslendirmedim.. yürekten çıkmalarına izin vermedim birikenlerin..

Dilime düşürüp, dile düşürmek istemedim duygularımı!..
hiç.. konuşmadım!.


 “İzninle” dedim ayağa kalkarken.. “gelmemi ister misin?” dedi.. makyaj tazelemeye gittiğimi zannedip... “Hayır” dedim zarifçe!  .. Ah!... halbuki asır kadar uzun yıllar beklemiştim bu soruyu duymak için... Tek bir nefes bile ödünç istemeden geri, ömrümün tamamını verebilirdim ona... bu soruyu zamanında sorsaydı!.

**
Son derece sakin dışarı çıktığımda, karşıma ilk çıkan, ama ters istikamete doğru giden ilk taksiye bindim.

Bana sanki doğru yöne gidiyormuşum gibi geldi!