26 Aralık 2015 Cumartesi

Saçlarıma düşen karlar..


Yakınlarımın, tanıdıklarımın, sevdiklerimin ve en başta oğlumun defalarca tekrarladıkları ve akıllarına her geldiğinde temcit pilavı gibi önüme sürdükleri bir istektir saçlarımı boyatmam..

Çok değişik çok farklı şekillerde sunarlar biraz ürkek ama inançlı insanların direnişleri şeklinde.. Hepsine olmasa da pek çoğuna aynı cevabı veririm.. “yok.. seviyorum ben aklarımı..” derim, ısrar kapısını kapatan bir ses tonu ile.!...


Çünki, ne zaman saçlarımı tarasam, tek tek taramam zülfümü (!) ama, yol yol ağaran saçlarımla konuşur dertleşirim.. Onlar hayatımın bilânçosudur çünki..

Bana geri gelen dertlerimdir.. paylaştığım paylaşamadığım acılarımdır.. boşa geçen veya şükrettiğim yıllarımdır..

Yani o aklar benim ömrümün manifestosudur.. nasıl boyatırım?

“Demek ki doğruymuş söylenen.. demek ki bir gecede ağaran saçlar varmış” diye, sol şakağımdaki ak tellere bakarak ağlayıp acımı onlarla paylaştığım sanki dün gibi.. sonra birden hızlanan ve ben kabullenip aslını inkâr etmedikçe çoğalan aklar!..

Aslında bildiğim okuduğum çalıştığım bir şehre giderken, ama tıpkı bir meçhule gider gibi bindiğim bir kara trenden indiğimde de sağ şakağımda oluşan akları da, “demek siz de tren yolculuğunu seviyorsunuz… hoş geldiniz taçsız başıma” diye kabullendiğim aklar!.. o da sanki dün gibi..

Zaten artık geçmişin tamamı dün gibi !..

Sonunda, her görenin kabullenmekte zorluk çektiği aklarım için yapılan ısrarları, kibarca ve duygusal olarak şiir gibi(!) susturmayı denedim.


“Gelip yerleştiler
önceleri sessiz,
sonraları arsız arsız
gelin teli gibi aklar,
hiç gelin teli takmadığım başıma!”
  
dedim önce, … sonra .. neden? sorusuna belki cevap olur diye,
 
“Her birini,
kopan gönül tellerime taktım
besteler yaptım hasretine..” 
 
diye devam ettim..

Baktım ki, saçlardaki akları ömrün yılları olarak düşünenler fazla, o zaman hak verdim haksız zannettiklerime.
Ve,

“Ben kopartmadan taradıkça
kar gibi yağdılar başıma,
örttüler karanlık düşlü başımı,
varsın yüzüme vursunlar yaşımı!”
 
dedim dürüstçe ..




 



 

19 Aralık 2015 Cumartesi

Zamanla değişen ÖN yargılar!!..


Bazı kıstaslar vardır insan beyninde.. Eğer “O” varsa, o zaman “O”, düşündüğü gibidir.. :))

Bilmece gibi konuşmanın bir anlamı yok.. Ayrıca yazılarımda ilgi çekme motifleri kullanmadığımı da bilirsiniz.. Hiç aklımda yokken, hesaplarım içinde yer tutan yekûn kabardıkça, ister istemez şu anda komik gelen ama, belki zamanında pek çoğumuzun da benim gibi düşündüğü gerçeklerle yüzleştim..
Benim haricimde, evimde miyadı dolan ne kadar elektronik
eşya varsa sanki birbirlerine nispet yapar gibi peş peşe bozuldu.. Önce buzdolabım çekti başı, sonra çamaşır makinem birden yürümeye, daha doğrusu zıplamaya başladı.. Veeee… bugün de bulaşık makinem evimi göle çevirerek veda etti.. Veda ettiğimiz yaza girerken tamir edilen ve yekûnu epey canımı acıtan klimamı saymıyorum..
Sonra… bu aletlerin alınma tarihini soran Arçelik
yetkilisinin söylediğim tarihi duyduğundaki şaşkınlığı.. Ve ister istemez beni o yıllara sürükleyen hatıraların beni sarıp sarmalaması..





***
Her yaz, bulunduğumuz il neresi olursa olsun, banka kampına giderken, özellikle İstanbul’daki dostlara uğramak ve akrabalarımızı ziyaret etmek için kamp başlamadan önce gelip birkaç günümüzü otelde geçirirdik..

Yine böyle bir düşünce ile konakladığımız otelden banka müdürü olan bir dostumuzun evine gittik.. Müdür olan kişi, eşimin, eşi olan bayan da benim çok samimi arkadaşlarımız idi.. Yardım amaçlı ve biraz da kıkırdamak için arkadaşımla beraber mutfağa girdiğimde bir acaip ses duydum sanki evin içinde rölantide çalışan bir araba vardı.. ve o an sesin beyaz değişik bir dolaptan geldiğini farkettim.. Bu ses ne diye sorduğumda arkadaşım önce çok güldü sonra da “bulaşık makinesi.. yoksa sen daha almadın mı “ diye cevap verdi.. Sonra da “ sen esas bunu gör.. gel…” diye beni banyolarına sürükledi.. Orada da diğerine benzer bir ses vardı ve ortası cam olan bir dolabın içindeki köpükte devamlı bir şeyler dönüyordu.. Şaşkınlığıma şaşıran arkadaşım, “kız yoksa senin çamaşır makinen de mi yok?” diye biraz ciddi bir soru sordu!.. Olmaz olu mu var tabii ama ortasında merdanesi var üstü açık.. diye anlatırken “amaaaaan… ver onu bunu al” dedi.. Aylarca, nasıl oluyorda çarşaflarla havlu ve kilotların aynı suda yıkandıklarını düşündüm durdum.. Sonra aklıma fiyatlarını sormak geldi.. 1970 li yılların başında söylenen rakam, benim maaşımdan fazlaydı.. Çamaşır makinesiyle ikisi ise evin gelirini aşıyordu.. zenginler grubuna adım atamamış olduğumu düşündüm !!

İşte o gün evinde çamaşır ve de (özellikle) bulaşık makinesi olanları, zenginler grubuna dahil etti beynim.. Benim için gerekli olan yani bir evin gerçek ihtiyacı olan şey buzdolabı idi.. O da vardı zaten.. Diğeri de işimi görüyordu çamaşırlarımı pırıl pırıl yıkıyordu.. Bulaşık makinesine ise, hiç ama HİİİİİYYYYÇ ihticım yoktu hatta bir eve alınması bile gereksizdi hatta komikti.!!.

Benim çok meşhur bir sözüm vardır.. derim ki, “ölülerle deliler fikir değiştirmez” bu biraz da kaçak güreşmenin edebi olanıdır aslında :)) Ama, zaman bana uymayınca ben zaman uydum herkes gibi.. Yine de 23 yıl gibi tam çeyrek asıra yakın dayandım direndim ve evime o gereksiz zannettiğim aletleri sokmadım.. Daha sonra gün değişti… devran döndü.. ve ben tek başına yaşamayı tercih edince.. çamaşırlarımı yıkayan olmayınca… yıkayabildiklerim de yıkanmamış gibi durunca!!… Oğlum da takım elbisi ve kravatı ile üniversiteli bir genç olunca.. 1993 yılında evime (yeni bozulan) çamaşır makinesi girdi.. Yani zenginler grubuna adım atmış oldum !!

Daha sonra Milenyum denen tek dişi kalmış canavarla tanıştı evlatlar.. Her şeey… birden her sistem değişti.. mekanik yaşam başladı .. Sanki biri bir düğmeye basmıştı.. cep telefonları .. değişen tüm elektronik aletlerle yaşamı tamamlayabilme dönemi başladı.. veeeeee İstanbul’da oğlumun evimize milenyum hediyesi de bir bulaşık makinesi oldu..

İnsanlar rahata çok çabuk alışır hepiniz bilirsiniz.. Daha önce nasıl yapıyorduk nasıl yaşıyorduk bunlar olmadan diye düşünenleri ayıplayışımı hatırladıkça yüzüm pancara dönse de, milyoner olduklarını zannettiğim evdeki ilk bulaşık makinesini gördüğüm günü hatırlamadan duramıyorum..

EWWWET… yani demem o ki… daha doğrusu Arçelik yetkisinin dediği gibi, artık bu makinelerin tamamı Çin’de üretildiği için ömrü gerçekten 7 yılmış.. Bu benim dayanıklı olan 22 yıllık çamaşır makineme ve 16 yıllık bulaşık makineme bakıp, bunlar general motorun üretimi tamir edileni bile 7 yıldan fazla dayanır deyince de tamir ettirmeye karar verdim ikisini de..

Çünki ben de uzun zamandır sağlık sorunları yaşayan vücudumun tekleyen makinesini tamir ettirmeye çalışıyorum..

Ne demişler??? “Mal, sahibine benzer” 
 


 

 

 

 

11 Aralık 2015 Cuma

Son aşk !


İnsan kendisini perişan eden ruh hallerini hep son aşk olarak kabul ettiğinde, yani bir daha aşık olamayacağına adı kadar emin olduğunda , nereden bilebilir kendisini paramparça eden o duyguların da bir süresi olduğunu?..

Zaten insan her aşkı için “bu son aşk” diye düşünür kanı deli aktığı süreler içinde.. Sonra haklı haksız ayrılıklar girer araya.. sağanak yağışları başlar gözlerin.. Tüm organlar kısık haldedir.. nasıl feci nasıl tahammülü bulunamayacak zannedilen acılar çeker insan, bir daha ASLA sevmeyeceğine kutsal bildiği her şey üstüne yemin ederken içinden..

Bilemez tabii ilk üç ayın süresince kabuk değil zar bile bağlamayacağını yüreğindeki yaranın.. Ve yine bilemez bir gün ansızın, yani o gün, gideni düşünmediğini fark ettiğinde kendisini suçlu hissedeceğini..

Nereden bilebilir ki yakın bir gelecekte, buymuş demek ki gerçek aşk.. buymuş!.. diye düşünüp yeniden seveceğini..

Bu bir döngüdür.. ama kısır bir döngü değil. Çünki hiçbir şey bu duygunun önünde bir engel teşkil edemez. Ne şartlar, ne mesafeler, ne yasalar ve ne de yasaklar!..

Çünki, legal / illegal mefhumunun geçerliliğinin olmadığı bir duygudur AŞK.. Ne karşılıklı olması şarttır ne de kanunlara uyması!.

Ancak bir sorun var.. başladım başlamasına yazıma ve her bir cümlem gerçeğin taa kendisi ama, anlatmayı düşündüğüm aşk bu değil.. bunların hiç birisi değil. Anlatabileceğimi zannettiğim ve hâlâ başlamayamadığımı fark ettiğim “son aşk” bunların hiç birisi değil!..

Benim gözümde ve gönlümde olan aşk, cinsellik içermeyen duygu selidir. Yüreğin fırtınasıdır.. seni savuran ya da içine çekip mahkûm eden mantığının hortumudur son aşk.. dayanma noktan mı demeliyim, yoksa daha farklı son kalp çarpıntıların mı demeliyim?

İtirafa gerek kalmayan.. inkâra ise hiç gerek duyulmayan.. kendi gözünde insanı insan kılığından çıkartmayan!

Son köşeyi dönme bilinci içinde, yüreğine ve ruhuna uzanan dayanma dinlenme ağacının gölgesidir son aşk..

Beklediğin, umduğun uğraş verdiğin, inkâr edeceklerine mahcup olma korkun olmayan, çünki yörende inkâr edeceğin bir kişinin bile olmayacağı bir çağdaki son aşktan bahsediyorum.. Daha doğrusu anlatmaya çalışıyorum..

Bir gün, ama mutlaka bir gün duvara astığınızı düşündüğünüz eleğin yerinde yeller eserse, bilin ki son virajdaki hayâllerinizde elinizden tutan biri var...
Bir hayâl.. İşte o, tıpkı bir Mikroskop gibidir o hayâl .. hissettiğin her duyguyu çoğaltıp, bir insanı özlemenin merak etmenin, veya hayâllerinin içine misafir etmenin, ne için olduğunu bilmediğin ümit etmenin mikroskobudur son aşk..

Aza kanaat etmenin değil, olmayanı kaybetmemek için, kendini dengeleyen duygularınla barışık olduğun dönemdir son aşk..

Şimdi sizlere masal tadında ama yaşadığım bir gerçeğin en acı halini yine masal gibi anlatmak istiyorum..
 
 
Bundan yıllar yıllar önce… henüz ruhsal ve bedensel aşklar yaşandığı yaşlarda, benden yaşça çok büyük olan, çok dertli olan ve anlatmadığı derin derdine saygı duyduğum bir dostun yemek davetini kabul etmiştim..

Çok ünlü bir meyhanenin önünde durduğumuzda, bir an tereddüt etmiştim girip girmemekte.. Ne sevdiğim ne de sevenlere saygı duyduğum bir mekân olduğu için.. Sonra, sadece “ben alkol almam bilirsiniz zamanım da sınırlı" demekle yetinmiştim.
Beni duyduğunu hiç zannetmiyorum .. ruh gibiydi..

Oldukça salaş görünümlü yarı karanlık bir meyhaneydi girdiğimiz.. Çok mükemmel lezzetli yiyecekler sunan.. tertemiz.. biraz pahalı ama yenenlerin tadının damakta kaldığı bir mekân..

Herkesin damla damla hiç çekinmeden gözlerinin yaşlarını akıttığı… sallana sallana ağladığı bir mekân. Hiç kimsenin bir diğerine bakmadığı baksa bile görmediği bir mekân..

Tek ortak noktaları hep bir ağızdan aynı şarkıyı söylemeleri idi.

Tek müşterekleri buymuş gibi görünse de, birbirlerinden haberdar olmayan hatta birbirlerini hiç tanımayan ve belki bir daha asla bir araya gelmeyecek olan bu insanlar, aynı şarkıyı söylüyordu sağa sola sallana sallana .. zaman zaman sesli ama genelde sessiz hıçkırıklara boğularak.. Hiç kimsenin, kimseye, hiç kimseyi şikâyet etmediği ama hepsinin kendi haline ağladığı bir ortamdaydılar..

Çift olarak gelenler de vardı, grup halinde gelenler de .. çoğunluk tek başına gelenlerle dolu korkunç bir kalabalık, “Kimseye etmem şikâyet.. ağlarım ben halime..” diye, akortsuz, en içten en duygu yüklü sesleri ile sessizce haykırıyordu..
Hepsi yaşlı insanlardı.. kadın olsun erkek olsun.. içlerinde genç denebilecek yaşta olan yoktu.. Adı ne buranın diye sorduğumda, garson, “Gençler meyhanesi” demişti.. Çok garip hatta çok komik bulmuştum .. Bunu fark eden dostum, “insanın gönlü hiç yaşlanmaz.. hele ki duyguları.. bir de son viraja girdiklerinin ve son aşkı yaşamanın bilincinde olanların kimseye şikâyetleri de olmaz” demişti..

Şimdi aklıma zaman zaman takılan bu görüntüyle özel düşüncelerimi sizlerle paylaşırken, son aşk ile ilgili fikrimi ve ahvalimi kimseye şikâyet etmediğimi düşünürken, nedense içimden, bu yazımı okuyan, beni anlayan ve satırlarımda kendisini bulan herkese, “şerefe” diye bağırmak geldi..


 
 

5 Aralık 2015 Cumartesi

Tanıdık yabancı..


Onun anlattıkları bitince,
benim anlatacaklarıma gerek kalmadı!. 


Halbuki aradan geçen bunca yıl .. her gece, hatta her gün, her saat... ne çok şey anlattım ona!. Her anlattığımı dinlerdi.. Anlardı! Sonra ben dinlerdim bir kemanın çaldığı Vivaldi inceliği ve yumuşaklığı içinde onun anlattıklarını hayâlimde .. elimde hiç solmayan o çiçekle!..

        


Ve ben bunca yıl, hep bu hayâlle yaşadım hiç bıkmadan.

***
         Aradan ne çok yıl geçti. Asır gibi.. Ne çok şey yaşandı.. Ne çok kış geçti üstünden soğukluğu hâlâ üstümden geçmeyen.. Yaşanan ender güzelliklerin,  yaşanmaması gerekenleri biraz olsun unutturduğu bu yıllar, bu saymakla bile bitiremediğim yıllar sonunda, karşımda oturan, hayâl değil gerçekten karşımda oturan bu tanıdık yabancının anlattıkları bir saat içinde bitti..
Hatta daha erken!.

Çünki konuşmalarının bazı yerlerinde, hiç tanımadığım, hiç tanışmadığım ve zerre kadar ilgimi çekmediği halde içime eski paslı bir tel gibi sokup anlatmaya başladıklarını duymamak için, kulaklarımın kapısını yüzüne kapattım !. Sadece dudaklarının kıpırtılarını seyrettim..
O anda içimdeki “öteki” anlatmaya başladı duymak istediklerimi!!.. ama dublajı bile beceremedim.. Gerçeğinin dudaklarına, gerçek olmasını istediğim ötekinin anlattıkları uymadı!.


Aa.. ne zaman geldi bu yemekler? ...


Tabağımdakileri kim yedi?

 ....  Tabağının kenarına dayadığı bıçağın sesi, kapalı kulak kapımın ziline dönüşünce, konuşmasının bittiğini anladım.. Arkasına yaslanıp, kibarca peçetesinin ucu ile ağzının kenarını silerken, “eee, sen de ne var ne yok?” dedi..
-Bir sen vardın, şimdi o da yok!

diyemedim..

Dilimin ucuna ucuna gelip saklanan kelimeleri yerli yerine koyamadım.. Perişan halimi anlar diye zihnimden geçenleri seslendirmedim.. yürekten çıkmalarına izin vermedim birikenlerin..

Dilime düşürüp, dile düşürmek istemedim duygularımı!..
hiç.. konuşmadım!.


 “İzninle” dedim ayağa kalkarken.. “gelmemi ister misin?” dedi.. makyaj tazelemeye gittiğimi zannedip... “Hayır” dedim zarifçe!  .. Ah!... halbuki asır kadar uzun yıllar beklemiştim bu soruyu duymak için... Tek bir nefes bile ödünç istemeden geri, ömrümün tamamını verebilirdim ona... bu soruyu zamanında sorsaydı!.

**
Son derece sakin dışarı çıktığımda, karşıma ilk çıkan, ama ters istikamete doğru giden ilk taksiye bindim.

Bana sanki doğru yöne gidiyormuşum gibi geldi!






 

24 Kasım 2015 Salı

ÖĞRETMENLER GÜNÜ..

24 Kasım 2012 / ..13 / ..14 / ..15

 ÇALIŞAN veya EMEKLİ OLAN
  
Öğretmenlerin Gününü kutluyorum..

Ben tam 22 yıl, klâsik bir deyimle, "yurdun muhtelif yerlerinde" öğretmenlik yaptım!!! :)
Şöyle sayacak olursam, Eskişehir.. Samsun... Ankara.. yeniden Samsun... İzmir... Mersin... Adana... tekrar Ankara.. Bursa... Tekrar Adana.. ve yine Ankara..
Bu tayinlerin bazıları "sürgün" cezalısı olarak.. bazıları eş durumundan... bir kısmı takdirlerin birleşmesinden isteğe bağlı olarak..
Yani benim sicil, çıfıt çarşısı gibi.. :)

Daha önce yazmıştım.. İlk tayin olduğum eski Çifteler Köy enstitüsünden, yani Yunus Emre İlköğretmen okulundan, (bknz. aşağıdaki foto) bisiklete bindiğim, saçlarımı boyattığım ve de pantalon giydiğim için (3 adet muazzam SUÇ) 5 günlük maaş kesimi cezası ve de sürgün cezası alarak tayin edildim.. (Üstelik iktidardaki parti de AKP değildi!)
Nereye mi sürdüler? Samsun'a ! :))))
                                          
Samsun Öğretmen okuluna. Amma.. ve fakat!!! okul müdürü, sürgün edilen bir öğretmeni vebalı gibi kabul edip okulunda istemediği için, milli eğitim müdürlüğünce, bu sefer yeni açılan ve de bir barakada öğretime başlayan, adı sonraları değiştirilip "Yüzüncü yıl Lisesi" olacak olan "Devrim Ortaokulu" na sürdüler beni..

Küllerimden doğduğum bir okul oldu orası!..

Tebliğler dergisinde yayınlanan bir kanun der ki (hâlâ der mi bilmem):  "Peşpeşe 3 yıl içinde, (Okul müdüründen..İl Milli eğitim müdüründen.. ve Milli eğitim Bakanlığı teftiş kurulundan) üç takdir belgesi alan bir öğretmen, bir üst dereceye terfi eder.. "  der.
Yani bu bir anlamda, bunu yayınladık ama avucunuzu yalayın gerçekleşmesi mümkün değil demektir..

ama sonra..
Bakın ne oldu...
                                         
(en önde flüt çalan İsmail ile 37 yıl sonra, bir emlakçıda karşılaştığımda beni tanımasını ve boynuma sarılarak ağlamasını ölene kadar unutamam.)

                                         
29 Ekim bayramı için çocuklarıma kıyafet hazırladım.. Zeybek kıyafetleri.. Bazılarını diktirip, bazılarını Ev/dükkan kapı kapı dolaşıp ödünç alıp, kiminin de kendi sandığından çıkartıp verdiklerini tamir edip tamamladım..

Babamın, manifatura ve tuhafiye dükkanının olduğu arastada ne kadar tüccar varsa, ki pek çoğu zaten veli idi, hepsine yardım için 29 adet flüt aldırdım.. Okulların açıldığı 9 Eylülden 29 Ekime kadar olan kısa süre içinde flütü ilk defa gören çocuklara, bazılarının kafasında flütlerinin kırılması pahasına!!! , "sarı zeybek" çalmayı öğrettim.. Üstüne üstlük çalıp yürümeyi, yürürken de çalarak zeybek oynamayı! ..

Valinin önünden geçerken  (daha önce tembihlendiği için)bando sustu.. ve benim çocuklarım hem çalıp hem zeybek oynayarak resmi geçiti tamamladı..

Vali beyin ve kimi alkışladığını bilmeyen Milli eğitim müdürünün çılgınca alkışlamalarını hiç unutamam.. Ertesi gün Okul Müdürümden, kayıt numarası verilmiş mühürlü bir resmi takdir ve teşekkür yazısı aldığımda, "Varan biiirrr!.." dedim, gülüştük!!

Okul müdürlerinin Milli eğitim müdürlüğündeki aylık toplantısında, okul müdürümün kendisine verilmek istenen takdir belgesini, hak edenin kendisi olmadığını söylemesi üzerine, vilâyetten de bir takdir ve teşekkür yazısı aldım... Barakanın soğuktan titrediğimiz Öğretmenler odasında kahkahalar içinde "varan ikiii" dedim.. :) 
 Ama üçüncüsü ne mümkün?? Okulun teftiş yılı olması, müfettişlerin gelmesi gerekir ki, ya ceza alayım ya da teşekkür!.. :)

Ne enteresandır, her konuda her zaman bu iki zıt uçlarda yaşadım ben.. ya hep! ya hiç!.. ya çok mutlu oldum ya da üzüntümü tarif edecek kelime yoktu bulamadım .. Ya çok akıllıydım ya da çok aptal :)))

Ancak, okul müdürümün de unuttuğu bir gerçek, yeni kurulan ve açılan bir okulun bir yıl içinde denetimden geçmesi ve de teftişe tabi tutulması idi.. 
Yani efendiiiimmm yıl sonuna doğru müfettiş amcalar geldiler ve okuluma demir attılar!!..

Ben aynı zamanda okulun başmuavini olduğumdan, odamı ve oda anahtarını müfettişlere vermeden önce, bana verilen iki teşekkür yazısını camlatıp odamın duvarına astım!!..

Sonra, okulumun ilk yılının bitişine ve de müfettiş amcaların gidişine yakın, Samsun şehir klübünde bir gece tertip ettim.. Muhteşem bir yemek.. Tanınmış ailelerin ve tüm velilerin katıldığı... Davetiye paralarının okul koruma derneği ve de aile birliğine aktarıldığı, okulumun ve öğrencilerimin faaliyetlerinin sunulduğu bir yemek..

Okulun bu bir yıl içinde barakadan, bahçe içinde tek katlı karşılıklı iki binaya dönüşmesini, o çorak kil topraklı bahçenin nasıl çiçek bahçesi haline geldiğini, voleybol ve basketbol sahalarının velilerce nasıl amele gibi çalışarak okula armağan edilişini.. slaytlarla mini bir perdeye aksettirdim.. 

Ve gecenin sonunda, Chopin' le başlayıp nihavent peşrevle biten bir de müzik ziyafeti sundum..
                             

Beş bakanlık müfettişinin ayrı ayrı benden ve okulumdan övgü ile bahsetmeleri neticesinde.... bir ilk'e imza atılmış oldu bakanlıkça... ve bir yıl içinde üç takdirname alan bir öğretmen olarak ben, hem derece terfii aldım hem de emekliliğime yıl eklenmesi yapıldı.
Bunları kendimi övmek için yazmadım.. Hatırlaması ve de paylaşması güzel anılardı ve sizlerle paylaşınca daha da değer kazanacağına emin olduğum için yazdım..

Bugün öğretmenlerin günü.. 


Neredeyse çalıştığım yılların sayısına yaklaşan emekli yıllarım süresince, içimde azalmayan, coşkusu bitmeyen, hasretine zor dayanılan tek sevgidir öğretmenlik.. 
Her ne kadar beni zincire vurulacak bir çılgın haline getiren kararlar ve kanunlar ile öğretmenlik ipe asılı bir kuklaya çevrilmiş olsa da..

Yine de .. her şeye rağmen:
(yani, ne inancı, ne zekâsı, ne de türkçesi ile ülkemde olmalarını içime sindirebildiğim, bunca kişiliksizlere  rağmen) 

Bu ne ilâhî bir sevgi ve sabırdır ki tanrım,
ben, hâlâ ÖĞRETMENLİK mesleğini seviyorum..


Ellerinden öpüyorum ATATÜRK' üm, öğretmenim..

Bana Tükçemi öğrettiğin için,
bana tarihimi,
bana vatan sevgisini,
bana dahili ve harici hainleri tanıttığın için, 
Bana nasıl müslüman olunması gerektiğini öğrettiğin için..
Ellerinden öpüyorum.

       ÖĞRETMENLER GÜNÜMÜZ KUTLU OLSUN ..

 

 
 

16 Kasım 2015 Pazartesi

Belki yeniden okunmak ister.. "OKUNASI MEKTUPLAR" !! .. diye düşündüm.

 
Bilinen bir yazılış şeklidir anneye ya da babaya yazılan mektuplar… ister yaşasın, ister göçüp gitmiş olsun.. itiraflar, sır olma gerçeğini ortadan kaldırsa da, her okuyan adına yazılmış paragraflar içerse de, ve hitaptaki kişinin yazılanlardan asla haberi olmayacak olsa da.. yine de gayesine hizmet eder bu yazılanlar..

Sanki hayâl ürünleri rafından yeni inmişçesine roman tadındadır.. Her bir satır bir ok olarak, her nerede olursa olsun sahibinin kalbine odaklanmıştır ve hedefi mutlaka bulacaktır.. Bazen, hedefi bulsa bile, ortada bir kalp bulamayan ve darmadağın olan satırlar da vardır.. sahipsiz.. kırık.. ortalığa düşmüş!!

Yine de  günlüğünün, bloğunun ya da   yüreğinin içindekilerini, yüzüne söyleme cesaretini bulamayan veya söyleyeceklerini söyleyecek yüzü bulamayan hemen hemen herkes, böyle anneye babaya sığınıp yazar dururlar.. anlayan anlar.. anlamayan?..


...  Anlamayan;  o "mektuplar" ın   romana dönüşmesine
     sebep olur!..

***

               ...cd çalarda Candan Erçetin’in son şarkısı çalıyordu devamlı.. bitip bitip başlıyordu şarkı.. “Bitti buraya kadarmış!!...” diyordu .. içli ağlamaklı!.. “ne yaptım biliyor musun?” diye soruyordu, ne yaptığını sormayana!! Anlatıyordu yaptıklarını feryat figan!! "yalnızlık çektim.. pişman oldum.. kimseye söylemedim.. avuttum kendimi".. Sonra yarı mahcup ”Sigaraya başladım yeniden” diyordu!!
            Kalktı camı açtı.. karanlık ve hava, birbiri ile yarışa yarışa doldu duman dolu odaya.. dönene kadar açık bırakmaya karar verdi pencereyi. Dönene kadar?? Birden, henüz hiçbir yere gitmediğini sadece gitmek istediğini hatırladı!

           Camın önünde durup karanlığı seyretti bir süre, hani “yangında ilk kurtarılacak” yazar ya bazı resmi dairelerde, çalışanları anadan doğma enayi kabul ettiklerinden; canını kurtarmak varken dolaptakilerini kurtaracak bir bahtı kara var mıdır diye düşündü durup dururken… nerden aklına gelmişti şimdi bu? Düşüncesine güldü! Sonra, “ben gittikten sonra açılmadan yakılacak” yazsam, bu cildi kırık eski kalın defterimin üstüne… acaba kaç kişi yarış ede ede okur birbiriyle diye düşündüğünü hatırladı!.. yine güldü!!
         Ve o güne kadar her aklına geldiğinde, her aklına geleni yazdığı mektuplara, bir yenisini eklemek için eğilip kalın eski ve ağır o ciltli defteri dolabın altından çıkarttı..



(1. mazruf)
Vakit artık çok geç anne ...


Zor durumdayım anne.. ve yalnızım. Bu sefer gerçekten yalnızım. Ve bu sefer gerçekten zor durumdayım.. Unuttuğum çaresizliğin yüzünde, kendi yüzümü seyrediyorum.. Korkuyorum anne.. Ben.. Evet ben korkuyorum! Hiç bu kadar senin yokluğunu içimde hissetmemiştim. Sen gideli kaç yıl oldu unuttum.. Seni kaç bin kere hatırlayıp aradım.. onu da unuttum.. Ama seni hiç unutmadım anne.. senin sevgini, gücünü, aklını, mantığını, iradeni.. o görünmeyen bagetini!! Şimdi belki de ilk defa benim onlara ihtiyacım var, benim sana ihtiyacım var anne!.. Sen, “ne zaman istersen bana yaz” demiştin..hatırladın mı? 16 yaşındaydım.. ve sen yüreklerimizi bura bura gittiğinde de 36 ..
        Ben sana sen gittikten sonra da yazdım.. Bugüne kadar sana yüzlerce mektup yazıp anlattım.. sonra kitap haline getirdim sana anlattıklarımı, kimsenin okumayacağı!!.. Dünyadaki en kalın, yazılanların içine sığmadığı bir kitap.. Hep sana anlattım... hep sordum... ama sen sorduklarıma cevap vermedin hiç.. senin yerine, “annem ne cevap verirdi acaba?” diye düşünmekten beynimde ur oluştu anne..
        Nelerle başa çıktım.. neler başıma iş açtı.. Hangisi onulmazdı hangisi unutulmaz?.. hepsini açık açık anlattım sana.. "sen bana benziyorsun, her güçlüğü yenersin o nedenle seni fazla merak etmiyorum" derdin.. ağlardım.. gücüme giderdi.. merak et beni isterdim!..
           Ne çok yıl geçti üstünden.. bir ömür geçti .. ve ben sana benzediğimi hiç unutmadım. Şimdi tıpkı senin gibi her akşam güneş battıktan sonra alacakaranlıkta piyanomun başına geçiyorum.. o çaldığım, o kalın ciltli notalardaki her bir çevirdiğim sayfa, ruhuna yolladığım dualarım benim..  
          Ama şimdi sen yoksun ve ben ilk defa sana benzemenin yolundaki kavşakları karıştırdım .. sen olsan, hangisinden dönerdin anne??


          Yazacaklarımı da karıştırıyorum ilk kez.. Kendime anlatamadıklarımı sana nasıl anlatayım?.. Anladın mı neden  zor durumdayım anne?.. Eriyorum ben!.. Taşımakta zorlanıyorum artık itiraf etmekte zorlandıklarımı!.. Ağır gelenler ağrıma gidiyor anne.. Kendimle barışık değilim artık.  Hiç tanımadığım bir ülkede bilmediğim bir adres arıyor gibiyim.. ayıpladıklarımı niye ayıpladığımı sorguluyorum.. yok hayır bu doğru değil anne.. onların pek çoğunu şimdi ben yaptığım için kendimi sorguluyorum .. yargılıyorum .. mahkûm ediyorum kendimi anne ama hiç bir duvar hapsedemiyor beni..

         Acı çekiyorum.. 

Ben, bu değilim.. Bana yardım et.. .. çağır beni!






7 Kasım 2015 Cumartesi

Sitemler yükledim bulutlara..


Giderken,  ne çok şeyi beraberinde götürmüşsün.. Biliyorum daha yastığa değmeden başın, uykuya dalıyorsun götürdüğün uykularımla.. 

Ne çok şeyim yok olmuş.. neyimi arasam bulamıyorum.. sevinçlerim yok mesela.. heyecanlarım da yok!
Duygularıma ulaşamıyorum artık.. gördüklerim, okuduklarım, dinlediklerim etkisiz bu yüzden.. Şaşkınım!. Sen hiç birisini sevmezdin oysa, neden götürdün o zaman giderken hepsini?.. Neden boşalttın yüreğimi? nereye yükledin nasıl taşıdın ben görmeden, hissetmeden?
Senin aklın vardı hani.. hani bende olmayan! Hani duygusal takılmak aptalların bastonuydu? Hani yüreğine verdin mi emri, hazırol da beklerdi?..

O zaman neden boşalttın yüreğimi?? Günün batımı, gidişinin gölgesini uzattı ayak uçlarıma, sen giderken o yalvarıyordu! fark etmedin mi?..
 
Uykularımı geri ver hiç olmazsa.. Belki uyuyabilirim.. belki rüyalarıma girersin senin bile haberin olmadan sessizce!.. 
 
Ben ve Sen!.. biliyorum hiçbir zaman "Biz" olamayacak ikili idik .. Bu yüzden çaresizliğimi, çaresizliğime sebep sen olduğun için sevdim. Bu yüzden, ne zaman şakıyan bir kuş sesi duysam, onun onu duyamayacak kadar uzağındaki dallarda bir kuşa çaresizce serenat yaptığını düşündüm.

Denir ki, "Aşkın başkenti" olur çorak dağlar, birbirlerine kavuşanlar için..
"Mutluluğun başkenti" ise, başını dayadığı omuzun olduğu mekândır nicelerine.. 
Şimdi, "yalnızlığın başkenti" de, artık benim yaşadığım şehir..  

Ve şimdi Sen,  kalabalıklar içinde tek başına, Başkent'te yaşadığını düşün dur, olmayan aklını zorlayıp!..

 
 

30 Ekim 2015 Cuma

"Nasılsınız ?"

Bir hatır sormanın, bir "merhaba" ya da "nasılsınız?" ın nelere kâdir olabileceğini bilir misiniz? Bilirsiniz tabii .. de, kabalığımı hoş görün, ama sorulan  bu sorunun yarattığı gücün ne kadar derinlere inebileceğini bildiğinizi sanmıyorum..

Burada anlatacağım bir minik hikâyede gizli o güç!

***

         
Her sabah aynı saatte binilen vapurlarda otobüslerde hep aynı insanlarla hatta hep aynı sürücülerle karşılaşır insanlar.. Bir süre sonra bir ahbaplık peydahlanır yolcular arasında.. O onun oğlunun askerden döneceği tarihi bilir, diğeri ayakta durana yer verirken “nasıl oldu valide hanım?” diye sorar.. 

Yıllar önce, hep aynı saatte bindiğim Bahçelievler/Çankaya otobüsünde, genelde ayakta giderdim 40 dk. süren yolu. Ve hep o sıska kavruk şoför denk gelirdi sabah 7.30 seferine. Dünya yıkılmış da altında kalmış gibi yılgın bir ifadeyle sürerdi otobüsü.. Ben genelde onun koltuğu ile arkasındaki  cam bölme boşluğunda yüzüm oturanlara dönük neredeyse tek ayak üstünde durur, insanların profillerinden hikâyeler çıkartırdım!!..

Bir gün, kırmızı ışıkta durduğumuzda yılgın şoför açtı kapısını atladı aşağı ve bir koşu hemen bitişik gibi durduğu eczaneye daldı.. Yeşil ışık yandıktan ve arka sıralardan yükselen ikinci “noooluyo lan?” dan hemen sonra elinde küçük bir poşetle koşup, yerine geçti.. Yüzüm, küfürlü homurdananlara  dönük olduğundan, zorlanarak olduğum yerde insan kılıklılara arkamı dönüp şoföre “geçmiş olsun kaptan” dedim.. Nasıl şaşırdı.. anlatamam.. bu derece bir değişim nasıl olabilir bunca ifadesiz yılgın bir suratta tanrım.. “sağol abla “ dedi ağlamaklı bir sesle “benim çocuk astım krizi geçirdi de gece, vardiyadan sonra ona ilaç yetiştirmem gerekiyo.. bi de zor bulunuyo meret” diye yakındı.. Aradan geçen günler içinde orta kapıdan… arka kapıdan.. bulabildiğim ilk boşluktan girdiğim için otobüse, yılgın şoförü görmem pek mümkün olmadı.. Bir zaman sonra yine açık ön kapıdan girdiğimde “nasılsın kaptan?” dedim şoföre.. Bön bön baktı suratıma haklı olarak!! Sonra çocuğunun nasıl olduğunu sordum.. aynı hastalıktan muzdarip olan aile bireylerim olduğunu ve o –meret- ilacın nasıl zor bulunduğunu çok iyi bildiğimi söyledim. “sen nasıl insanî bi kadınsın abla yaa sağol” dedi.. (bu tabiri ömrüm oldukça unutamam!!! )

Sonra taşındım ben o semtten.. Ankara’nın çok uzaklarında yeni inşa edilen bir semtine.. Taşındığım siteden son otobüs gece 23 .oo de kalkardı. Penceremin dibinden son duraktaki otobüsleri görürdüm.. .. oğlumun ineceği otobüsü gördüğüm penceredeydim yine. Yüreğimden çıkıp boğazıma yapışan ve devamlı gırtlağımı sıkan pençeyi yok etmeye çalışıyordum!..

Bir kış gecesiydi, dışarıda tipiye dönüşen kar vardı.. Üniversitelerde “yatıştı” denen son eylemlerin, ara ara kıvılcımları parlamaktaydı.. günlerden Cuma idi ve saat 22.oo olduğu halde oğlum eve dönmemişti!. ( O zamanlar cep telefonu YOK!! idi ) Sabrım, son gongunu vurunca sokağa fırlayıp durağa gittim. Kalkmaya hazır boş otobüse atladım ve “hacettepe’ye gitmem gerek” dedim.. “Bu otobüs oraya gitmez abla” dedi şoför.. sonra “–aa—aa abla terlikle çıkmışsın” dediği an.. tanıdım onu.. benim yılgın şofördü!! "boşver terliğimi senin çocuk nasıl oldu” dedim.. Aradan 4 yıl geçmiş olmasına rağmen tanıdı insanî ablasını!!! “iyi abla iyi” dedi.. “hayırdır?” diye sordu peşinden.. anlattım kısaca ağlamaklı… yoksa ağladım mı????


Tır-tır-.. tır-tır rölantide çalışan otobüsün kapılarını kapattı düğmeye basıp. Sonra duraktaki kulübeden fırlayan belediye görevlisinin çaldığı düdüğe aldırmadan bastı gaza! Hiçbir durakta durmadan.. sileceklerin silmeyi başaramadığı tipide zik zaklara aldırmadan … beni hacettepeye yetiştirdi..

            Bir “NASILSINIZ ?” sorusunun insan yüreğine nasıl işlediğinin, orada hiç solmadan nasıl yeşerdiğinin, insana insan olduğunu hatırlatmanın , unutamadığım ve unutulmaması gerektiğine inandığım bir öyküsüdür bu.. 






17 Ekim 2015 Cumartesi

Unutamadığım.. ve de yok saydığım ŞEHİRLER..

Ülkemde gezmediğim görmediğim çok az şehir var.. Gerek tayinlerimiz nedeniyle gerekse gezi ve merak amaçlı o kadar şehir gördüm ki, şu an sadece haritaya bakınca hatırlayabiliyorum bazılarını.. Ancak, bazı şehirler, sadece aklıma değil yüreğime de kazılmış.. Unutmak pek mümkün değil. Yok saysam da!..
  




Doğduğum şehirdir Samsun 


Hem okuduğum, hem de tayin olup okuttuğum şehir. Evlendiğim.. Ve dünyaya getirdiğim varlığın, 20 yaşında iken ebedi uykusuna daldığı şehir aynı zamanda… Asri mezarlık ailemin tüm fertlerinin uyuduğu bir yatak odası gibidir.

Hatalarımın ve o hatalardan ders alamayışımın şehridir ne yazık ki. Yaşamımdaki tek güzellik olan oğlumun, varlığı ile bana yaşama gücü verdiği şehir olsa da, hafızamdaki haritadan sildiğim ilk şehirdir Samsun.
 
***



Ana kokusunun, baba gücünün özlendiği, kişiliğimin erken oluşan gücü ile duygularımın zayıflığı arasında, okuma aşkı uğruna,  ilk gurbet denen soluksuz özlemi bana tattıran şehir de Elâzığ.
Harput' ta 600 küsur yıldır çürümeyen ve yatır olduğuna inanılan Arap babadan ne dilersen olacağına inanarak bu şehirden kurtar beni diye adak adadığım şehir Elâzığ..
 
                          

***
 
Ayrılığın – hasretin – ailenin ne olduğunu idrak edişimin şehri ise Bursa. Aynı zamanda gurbetin insan zihninde ve yüreğinde ne onulmaz derin izler açacağını ve yanında iken elinde olanın kıymetinin bilinmesi gerektiğini öğrendiğim şehir.
 

Yeşil türbesini her izin günümde ziyaret edip tanrıya, en sevdiğim mesleğe kavuşmama yardım ettiği için, Öğretmen olduğum için  şükür ettiğim  şehir Bursa..

***

Yaşadığım şehirle okuduğum şehir arasında her gidiş gelişlerimde, transit geçerken “burası.. işte burası yaşamak istediğim yer” diye yüreğimin tempo tuttuğu şehir ise Ankara..

İlk aşkın tohumunu yeşerttiğim şehir.. Tahsilime istediğim yönde devam etmek için imtihanlara girip kazanıp okuduğum şehir..
ATA' mın ebedi uykusunda olduğu şehir.



***



İlk' lerin en önemli olanlarını yaşadığım şehir ise Eskişehir

İlk tayin olduğum, mesleğimin doyumsuz güzelliğini tattığım, insanların medeniyetine
şehrin güzelliğine ve halkının bu güzelliğin kıymetini bilişine hayran olduğum şehir aynı zamanda..



***
Sonra, yeniden Samsun… sonra yeniden Ankara
Yenilenen hiçbir şey olmamasına rağmen hayatımda, gidenlerin madden ve manen geri dönmelerinin mümkün olmadığını öğrendiğim iki şehir!..

***


Ve İZMİR..

Anlatılması bile mümkün olmayan, yaşadığım akıl almaz yoklukları acıları ve kayıpları yaşadığım bir şehir olmasına rağmen, benim yüreğimde taht kuran tek şehir…






***








Ve sonra Mersin

Süre olarak içinde en kısa zaman dilimini geçirmeme rağmen beni etkileyen değişik bir coğrafya.. Dayanılmaz sanılan ayrılıklara tahammülü bana öğreten şehir..

Ve mesleğe veda ettiğim, benliğimi bıraktığım şehir!.




***

Daha sonra da, sonun başlangıcı..
Adana..

İçinde yaşadığım yıllarda, yaşadığım ilklerden çok, yaşadığım son’ larla aklımda yer eden şehir..
İnsanlığım ve evlâdımdan başka her şeyimi yitirdiğim ve beynimdeki haritada yok saydığım ikinci şehir Adana..



***

Sonra bir bumerang gibi gelip yüreğime yeniden saplanan.. Küllerimden yeniden doğduğum, ve bana yeniden insan olduğumu hatırlatan şehir ANKARA..
 

 ***

Ve..
şimdi… şu an…
17 yıl önce taşındığım
İSTANBUL
denen kahpe bir şehirde,
 



 
 beni hiç terk etmeyen anılarımla beraberim.