28 Ekim 2012 Pazar

EN BÜYÜK BAYRAM BUGÜN..

 
BAYRAMIMIZ KUTLU OLSUN
 
Kanla, irfanla kurduk biz bu CUMHURİYETİ..
Cehennemler kudursa, ölmez nigâhbanıyız..
 
 
NE  MUTLU "TÜRKÜM " DİYENE 



29/ekim..

 



21 Ekim 2012 Pazar

Okul ve mahalle anıları..

Yazıp yazmama arasında, daha doğrusu paylaşıp paylaşmama arasında bir hayli bocaladım..
Fazla kişisel olabilir.. en iyisi yazıp bitirdikten sonra, orasından burasından biraz kırpmak!!  :)
 


Mahalle arkadaşlarım... Okul arkadaşlarım... Sınıf arkadaşlarım.. aklıma geldikçe düşünürüm.. meşhur olanları.. göçüp gidenleri.. beni hiç unutmayanları veya hiç hatırlamayanları.. çok aptal geri zekalı düzeyinde olduğu halde bakan olanı.. atom alimi olup açlıktan sürüneni..

Bugün böyle bir yolculuğa çıkartmak istedim sizi.. bazılarını sahneden, bazılarını okuduğunuz kitaplardan, kimisini medyadan tanıyacağınız arkadaşlarımla tanışmanızı istedim.. Hatırlamanıza imkân olmayacak kadar milâd öncesinde kalmışsa o kişiler, google amcaya sorabileceğinizi düşündüm! :)




Meselâ bu yanımdaki çocuk, arkasındaki arap kızın çaktırmadan sarıldığı :).. benim ilkokulda sıra arkadaşım Levent Kırca..
"Örtmenim pos (poz) versene pos versene" derdi, sonra, avucuna dayadığı ters V şeklindeki işaret ve orta parmağını fotoğraf makinesi yapardı aklınca.. öğretmen de hayâlini bozmak istemez ve biraz aşırı artistvari bir poz verirdi.. Levent de, "şak" diye.. el hareketi yapardı öğretmene.. fotoğraf çekmiş gibi!.. müdür elinden zor alırdı Levent'i .. öğretmen öyle döverdi! ... Çünki Levent Kırca'nın annesiydi İlkokul öğretmenim Fahriye hoca.. :))


Benim arkamdaki herkesin abla dediği de,"Ayten İyigüngör" idi.. Samsun'un en ünlü ayakkabıcısı "Cemal" de tezgahtarlık yapardı yaz aylarında.. Sonra evlenip Ayten Zenger oldu ve çok ünlü bir Radyo ses sanatçısı oldu.



Bu da Gönül Akkor... Ritim duygusu olmadan nasıl bir ses sanatçısı olunur'a çok önemli bir kanıttır.. Ona trampette en basit bir ritmi çalmayı öğretememiştim!!.. Ama bugüne kadar dinlediğim en muhteşem sese sahipti. Sonra annesi hasta diye okuldan alıp kendisinden 36 yaş büyük bir doktorla evlendirmişlerdi kızı.. gidiş o gidiş.. Aslında tam bir romana konudur yaşamı.. Hatay'da bir eve kitlenip tecrit hayatı yaşatan kıskanç bir eşten, çarşafları yırtarak ve de pencereden aşağı sarkıtarak kaçıp karakola sığınışı..

Sonra aradan geçen 15 yıldan sonra... bir seyahatte afişlerini görmüştüm İstanbul'da Tepebaşı gazinosunda söylüyordu.. Arkadaşlarla gittik.. ona bir buket çiçek alıp, "Bursa'dan seni unutmayan biri var burada..G." diye bir kâğıt iliştirip sahneye yollamıştım.. Yer olmadığı için salonun en arkasındaydık.. Beni görmesi, görse bile tanıması mümkün değildi.. Öyle olduğu halde çiçeği alıp yazımı okuyunca mikrofona uzandı ve kalabalığı tarayan gözlerle süzüp mikrofona "gülsen neredesin??.." diye bağırdı.. Arkalardan el salladım gördü ve sahnenin ortasına oturup ağlamaya başladı.. Ortalık bir anda ana baba gününe döndü.. Hemen saz heyeti başladı çalmaya Gönül' ü de sahne arkasına aldılar.. Gerisi çok çok hüzünlü ..

Burası, Bursa'nın Atatürk meydanı..
Her cumartesi gezintiye çıktığım sıra arkadaşım.. yatakhane arkadaşım Ergin.. Türkiye'nin ilk bayan atom mühendisi.. bitirdiği okulların sayısını unuttum.. Ama, Türkiye'de iş bulamadı İŞ!... O da Yurt dışına gitti. Gidiş o gidiş.. ne haber ne bir ses..

İzciydim aynı zamanda... Uludağ' da az sabahlamadık çadırlarda imirin iti gibi titreye titreye.. Neymiş efendim?? İzci daima hazır parolasına her yerde uymak zorundaymış..
Mezuniyet gününde de okul bahçesinde yapılan bir törenle Vali beyin elinden diplomalarımızı almadan az önce bu fotoğrafı çektirmiştik..
Ben, Müdiremiz ve idolüm Fatma Varış' a bakıyorum...
Vali de bana!.. sonra bir ses duyuluyor şapkalı hanımdan, .. "öğnüne bak"!!

Girdiğimiz gülme krizini anlatmam mümkün değil..

**
Mahallemizde ise, her mahallede olan ağabeylerimiz vardı.. Hani en asil kabadayı cinsinden.. mahalle kızlarının koruyucusu .. Nereden çıktığı belli olmadan zınk diye her yerde karşımıza çıkan.. Daha çok ablalarımızın ödünün koptuğu.. yedikleri herzeleri ailelerimize anlatacak cinsten!!! İşte onlardan biri İsmet Nedim idi.
Hiç birinizin bu ismi duymadığına eminim.. Ama o Türkiye' de bir ekol oluşturdu.. Müslüm babaların ve Orhan Gencebay' ların peşi sıra gittiği.. Annesi mahallede evlere temizliğe giderdi..ve fırsat buldukça da anneannemden ud dersleri alırdı.. babasının da bir saat tamir kulübesi vardı.. Çok meşhur olduktan ve Samsun'dan ayrıldıkta sonra da, onlar yine bıraktığı yerde kalmışlardı.. kimse sevmedi onu o yüzden.. Zaten, Türkiye'yi neden terk ettiğini de pek merak eden olmadı..
Orhan Gencebay ise, bizim mahallenin en pısırık delikanlısı idi... Babası mı kasaptı yoksa o mu Kasap Abdullah'ın yanında çalışırdı bilemem.. ama babamın işe giderken verdiği siparişleri evimize kanlı kasap gömleği ile getirip midemizi bulandırırdı..

Bizim mahalleden olmayan ama en ünlülerden Yıldıray Çınar vardı saz üstadı türkücü.. . Levent Kırca ise inanın mahallenin baş belâsıydı.. Tüm abilerle başa çıkardı.. hem de sessiz sakin..


Daha bir hayli var aklıma gelenler..Yanlış hatırlamıyorsam ki pek emin değilim, Nebahat Çehre vardı bavul çanta vesair satan bir dükkânda ya da o Hümeyra olabilir.. abla dediğim ablamın arkadaşı olan!!! Geçen gün 1946 doğumlu olduğunu söylediğini okuyup güldüm.. demek ki o nebahat bu Çehre değil!!

Uzar gider bu, dün gibi hatırlananlar.. En güzel yazı, tadında bırakılanlar!! :)



 
 
 

14 Ekim 2012 Pazar

Eşşek sudan gelinceye kadar!!


Annelerin beddualarına sütleri karşı gelirmiş.. Yani ana bedduası tutmazmış!!!
Ben buna çok inanırım.. çünki neredeyse hemen hemen her gün annemin “dilerim aynı senin gibi bir çocuğun olur” diye ettiği bed-dualar gerçek olsa ne yapardım acaba?? Oğlum tam anlamı ile bir beyefendi.. Doğuştan!..  sakin ve de sonsuz inat bir oğlak çocuğu!!.. Benim, delisi dışındaki tabiatımla onun son derece sakin bildiğini okuyuşu, bir anlamda o bedduanın kabulü anlamına da gelebilir ama ben yine de halimden çok memnunum..

Çocukları pek bir şey bilmez anlamaz zanneden ve de kendi çocukluklarından hiçbir şey hatırlamayan ebeveynlere şaşar kalırım.. 

Büyük bir evde ve üstelik üç katlı bir evde yaşamanın zorluklarını bilemezsiniz.. “anneee” dersiniz duymaz!... “ANneeEEE” diye bağırırsınız… yine duymaz, ya da “ayy ne münasebetsiz şey soracak şimdi yukarı kata çıkamam” diye düşünür ve üşenir… Ama son derece yüksek sesle bir çığlık atarsanız…. Koşar gelir!… hatta alt katta üst katta olanlar da bu koşuya iştirak eder.. :)
 
Bunun neticesinde anne tabiriyle, eşşek sudan gelinceye kadar dayak yenince bu huydan vaz geçilir… ama yaratıcılık çocuklara tanrı vergisidir..  Bu sefer kazara olmuş gibi eldeki,  dolap ya da masa üstündeki bardak kırılmaya başlar!! Ne hikmetse hep taşa düşerek kırılır.. ses yankı yapar diğer katlara… koşup gelinir yine..
Yine eşşeğin sudan gelmesi beklenir!!
Sonra evden kaçacak yerler denenir.. nereye?? Bahçedeki odunluğa.. kümesin folluk kısmına.. babanın marangoz aletlerini özenle sakladığı odamsı dolaba.. yine netice acı vericidir… Bu eşşek niye sudan bu kadar geç gelir anlaşılmaz!..
Yani, ya böyle CEZALI olarak hiç konuşmadan hatta bebeğimle bile oynamadan oturup o cezanın bitmesini beklemeliydim, ya da eşşeğin sudan gelmesini!! 

Sizin anlayacağınız ben çok yaramaz bir çocuktum.. tüm aile fertlerine ve hatta mahalleye bile illallah dedirtecek kadar.. Ablalarımın sinsi olaylarını hiç sevmezdim her şeyi yapıp benim üstüme atarlardı.. ben de gece onlar uyuyana kadar bekler yataklarına gizlice su döküp altlarına işediklerini cümle aleme yayardım!! duymayan kalmazdı!! İntikamım acı olurdu anlayacağınız.. :)
 
Zaten eğer birinden bir intikam almayı kafama koymuşsam, aradan geçen süre yılları da devirse, kafama koyduğum şekliyle gerçekleştiririm. Huy canın altında dememişler boşuna atalar!!

Sonra bir gün... tuşlarına dokunmam bile bana yasak olmasına rağmen, sudan gelecek olanı beklemeyi göze alıp piyanonun kapağını açtım.. Ne zaman öğle uykusuna yatırsalar beni,  aşağı kattaki büyük sofada duran piyanonun başına geçen annemin çaldığı melodilerle hayâl kura kura uyurdum.. hayâlimde uçarak bulutların birinden diğerine atlayarak dans ederdim!!..
Bir gün annem başka bir şey çalmıştı.. yanındaki arkadaşları da hep bir ağızdan o çaldığı şarkıyı söylemişlerdi.. Çok şaşırmıştım çünki ben hayâlimde bu söyledikleri şarkı ile de dans edebiliyordum! Ve ben farkında olmadan o şarkının melodisi kendiliğinden kazınıvermişti beynime..
Daha sonraları ne zaman evcilik oynasak, ben bebeklerimi o şarkı ile dans ettirmeye başlamıştım..
 
İşte o gün, piyanonun kapağını büyük bir cesaretle açıp çene hizamdaki tuşlara dokunduğum o gün, orada o melodiyi çalmaya çalışmıştım. "seni cadı seniii..." diye koşturup gelen annem, birden inmekte olduğu merdivenin yarısında zınk diye durmuş ve "ne yapıyorsun sen?" demişti şaşkın, yumuşak, sevecen bir ses tonu ile.. Ben de en masum halimle, o şarkı var ya hani anneee.. hani söyledinizdi ya ben onunla da dans edebiliyorum anne ama o bir şarkı.. nasıl dans yapabiliyorum?" demiştim..

Annemin ağlamasını hiç anlayamadığım için hemen tuşlara bakmıştım, acaba ellerim kirliydi de (her zaman öyleydi zira) tuşlara mı bulaştı da annem ağlıyor diye.. Annem geldi beni kucağına aldı öptü... öptü.. "o şarkının adı "yine bir gül-nihal aldı bu gönlümü" bitanem.. ve dans ritminde.. yani usulü öyle.. yani vals gibi!! sen bunları şimdi anlayamazsın ama bir gün anlayacağından eminim" dedi.

O günden sonra, ayağım pedala yetişmediği için çok üzülsem de annemim minik piyano öğrencisi olmuştum..
Her ne kadar eskisi kadar sık olmasa da, arada yine, sudan gelmesini beklediğim oluyordu o gidenin!.. 
 
Şimdiki ana ve babalar için çok üzülüyorum.. Sabahın köründe çocukları daha uyurken evden çıkıp, gece vakti eve dönüp çocuklarının büyüdüklerini, dişlerinin çıktığını, boyunun uzadığını, elini kestiğini, evin duvarını boyadığını, halıya resim yaptığını, sadece  hafta sonu görünce… haftanın yorgunluğuna eklenen alışveriş yorgunluğu ile tüm bu olanlara kayıtsız kalıyorlar.. Bunlara ve daha yazamadığım nelere nelere!!!
 
Ve belki bu nedenle bu devirdeki çocuklar hiç suya giden eşşeğin dönmesini beklemiyorlar!!.. Gerek de yok zaten… bakıyorlar evde eşşek gibi çalışan bir ana bir de baba var!!  Onların dönmesini beklemek daha işlerine geliyor.   
 

 

 



7 Ekim 2012 Pazar

AĞVA..

BUGÜN AĞVA'YA GİDİYORUZ..
buyurun!!!
 

Bir okul gezisi olduğunu düşündüm bir an.. Sevmekten hiç bıkmadığım bir şeydir seyahat.. Tebdil-i mekânda ferahlık olduğu için değil sadece, yeni şeyler öğrenme, yeni yerler görme, eski bilgilerle kıyaslama, eşime dostuma anlatıp tanıtma, bana anlatıldığı gibi olup olmadığının analizi!!
AĞVA da, bu saydıklarım nedeniyle önemli idi benim için.. Ve oğlum "hafta sonu Ağva'ya gidiyoruz itiraz yok" dediğinde nasıl şaşırarak ve de garipseyen bir ifade ile baktıysam yüzüne, (çünki bilir, seyahat.. hiç itiraz etmeyeceğim tek şeydir -kış hariç-)  "o zaman saat tam 9 da kapıda ol" dedi ve neden itiraz istemediğini anlatmış oldu!! Ama bilmiyordu ki ben sadece sehayate gideceğim zaman o saatte (evdeki en az üç saati kurarak) uyanırım ve hazır olurum.. :)
ve bunlar da yola koyulduğumuzun resmidir..:))
Yemyeşil Karadeniz yöresine doğru yol alıyoruz.. Şile'yi geçtik..  Ağva'ya 60km. var.. Bazı filmlerde ya da dizilerde hatırlıyorum Ağva'yı.. Ama şimdi adını sorsanız bilemem.. yaşlılıktan değil.. valla!!.. özürlü oluşumdan! :) hani dizi seyretmiyorum diye şişinip sabah şekerlerinde bile yataktan kalkanları tanırım.. ama ben gerçekten TV özürlüsü bir insanım.. seyrederken sıkılıyorum ya da dalıp gidiyorum .. bakıyorum filim bitmiş!! Yani şimdi, görmeyi merak ettiğim yerler,  unuttuğum o gördüklerime benziyor mu benzemiyor mu anlayabileceğimi hiç sanmıyorum.. :)
 
Otel... otel...sonra yine otel.. Rezervasyon yapılan oteli bulamayınca otele telefon açıldı.. resepsiyondaki aynen şöyle tarif etti:  "okulun köşeyi dönünce karşına çıkan otelden sağa dön, soldaki ikince otelden yine sola dön sağdaki üçüncü otel "rüya oteli" .. 
..dedi!..
 
 
Çamur deryası bir Göksu bulduk karşımızda..
Ve bunun üzerinde sefa(!) sürenleri..
Annemiz ve kızı, Hande ve İmge şu an teknedeler!!..  Diğer anne ve oğlu kendi dünyalarında meşguller.. Oğlum, balına düşen bir balarısının fotoğrafını çekmekle meşgul.. ben de onun!!
Her ikimiz de arıdan deli gibi korkmamıza rağmen :))
Bir de nehir (deniz) bisikletleri var.. aşıklar onu tercih ediyor anladığım kadarı ile.. Böyle bir çamurun üstünde ve bu koku ile nasıl yaşanır o aşk bilemedim.. hani bilirim ayrıca unutmadım aşkın gözünün kör olduğunu ama burun deliklerinin de tıkalı olduğunu hiç duymamıştım. !!
Kafama düşmese ve ben arı zannedip masadan fırlamasam, afiyetle yediklerimin tepemden sarktığını göremeyecektim.. 
Göksu Nehri çamurlu ama otelin içi bal dök yala misali!!
Çok nefis ve çeşidi bol bir açık büfesi ile..
ve değişik çok enteresan eşyaları ile  
içerisi dışarıdan daha çok ilgimi çekti..
Gezelim mi?

Çok büyük yemek salonunun  arka tarafında
bir istirahat köşesi var..
ve mini bir de kitaplığı.. "şu çılgın Türkler" en üstte!..
ve burada olmasına biraz hayret ettiğim sonra sahibini görünce bu hayretimden dolayı utandığım bir mini kitaplık köşesi.
 
Gemici düğümleri.. nasıl yapılır nerelerde kullanılır... tarifi var. ayrıca bir de gerçek bir gemi dümeni!
 
Su kabağından yapılmış avizeler..
Etamin işlerle süslü kenarı dantel örülmüş avize süsleri..
Lif kabakları...
kurutulmaya bırakılmış..
kabuklar iyice kuruyunca dökülür
ve içindeki lif banyo lifi olarak kullanılır..
Karadenizli olup da bunu bilmeyen pek yoktur..
Bana son derece itici gelen bir olaydır..
ayrıca çocukken yediğim dayakları hatırlatır!!
1900 yılı başlarında yapılmış antika bir dövme bakır mangal.. etrafında mangal ayağında konuşlanmış, yemeği sıcak tutan ama kalitesini bozmayan beş bakır tencere
Ve.. benim için en enteresan olanı..
Altında soğuk damga 1845 tarihini gördüğüm ..
el çevirmesi ile çalışan bir gramofon..

tekne gezisinden dönen güzeller..
acıkmışlar...
Dönme zamanı yaklaşınca etrafı, bahçeyi, doğayı daha detaylı görmek istedik.. Gökyüzünün çok az görünmesine sebep ağaçların artık yavaş yavaş "sararsam mı" diye düşünmeye başladığı yollardan geçtik.. 
kayıkların ve motoru çıkartılmış teknelerin
 mezarlığını gördük..
ve bir de  dört tekerlekli bir motor!!
gençler sıkıldılar!!
sarışınımın da uykusu geldi...
 
Ve AĞVA bitti!!.
Dönüş yolu farklı güzergâhtan...
deniz kenarından..
Karadeniz'in kıyılarını.. rengini..
ve hırçın halini seyrederek..
 ve birden..
Karadeniz'i ne kadar özlediğimi farkederek!..
 arabaya döndüğümde sarışın afetimi böyle buldum.. görüntüyü  kaçırmamam gerekiyordu.. uzaktan önce uyuduğunu zannetmiştim yaklaşınca ne yaptığını sordum. "doğayı dinliyorum" dedi..!!
 
UMARIM BEN DE SİZLERE  AKSETTİREBİLMİŞİMDİR DOĞANIN SESLERİNİ!
:))
 
 
 


 
 
 
 
 

5 Ekim 2012 Cuma