Büyüdüğüm köy evinin bahçesinde kocaman bir erik ağacı vardı. O zamanlar en sevdiğim oyun, ağacın dallarına tırmanmaktı. Ağaç bana o kadar büyük geliyordu ki, her seferinde yeni bir dal keşfedebilirim sanıyordum. Sanki o dallar kimsenin bilmediği, yalnızca bana ait bir masal ülkesine açılan gizli yollardı. Her bir dal, bir başka kocaman ağaçtı benim için. Ağaca her tırmandığımda yeni bir dal bulacağıma, her seferinde daha yükseğe çıkabileceğime dair inancım sonsuzdu. Benim yarattığım yeryüzü ve bana ait bir cennet arasında gizli bir geçitti. Dünyanın merkeziydi. Çocukluğuma dair hatırlamaya değer ne varsa, o ağacın dallarındaydı hepsi. Çocukluğumun kendisiydi. Erik ağacı olmasa çocukluğum zeminsiz, merkezsiz kalırdı. Ağaçta, farklı dünyalara açılan kapıların yanı sıra farklı zamanlara da açılan gizli geçitler vardı. Aslında zamansızdı ağaç. Hem her zamanı içinde barındıyor hem de zamanın dışında duruyordu. Zamandan muaftı. Her insanın çocukluğu gibi.
Çocukluk bizi acımasızca ve sinsice terkettiğinde başımıza tuhaf bir şey gelir. Etrafımızdaki her şeyin küçüldüğüne tanıklık ederiz. Büyüdüğün ev küçülmüştür. Bahçesi ve içindeki ağaçlar da. Benim koca erik ağacının başına da aynı şey geldi. Uzaklaşan çocukluk anıları gibi uzaklaşıp küçüldü. Ağacın hemen dibindeydim ama ona taa uzaklardan bakar gibiydim. Minicik oldu gitgide. Her gördüğümde biraz daha küçüldü. Öyle ki günün birinde bütün dallarını kesip gövdesi üzerine bir masa oturttuklarını gördüm. Artık bir masanın ayağıydı yalnızca. Çocukluğumun masal dünyasına açılan kapı hazin bir sonla kapanmıştı böylece. Artık bir zamanlar o bahçeye ait olduğumu kanıtlayacak hiçbir şey kalmadı. Ağaçla birlikte hepsi gitti. Ama bunu kabullenmek öyle kolay olmadı benim için. Hep gözüm arkada, ait olmam gerektiğini düşündüğüm o ağacı aradım. Onu yine aynı bahçede bulurum sanıyordum. Anneannemin huzurlu evinin bahçesinde. Ama insanlarla birlikte ağaçlar, bahçeler da ölür. Bahçe aynı bahçe değilmiş ama ben bunu görmeyi yıllarca reddettim. Büyümeyi reddettim. Bir zamanların görkemli, yemyeşil, huzur veren erik ağacının, çirkin bir masanın altlığı haline geldiğini görünce anladım ki, artık kaldığım yerden yola devam etme vakti gelmiş de geçiyormuş. Ağacı ve dallarındaki bin bir kapıyı çocukluğumda bırakıp ileri doğru devam etme vakti. Daha büyük bir ağaca çıkmaya cesaret etme vakti. Ben yalnızca çocukluğuma, anneannemin bahçesine, o kocaman ama sonra küçücük olan erik ağacına ait değilmişim meğer. Her anında sonsuz kapı olan, sonsuz olasılıklardan dallarla dolu başka bir ağaca, yaşamın kendisine aitmişim. Şimdi bana düşen, aynı çocukluğumdaki güvenle, her seferinde yeni bir dala tırmanabileceğime ve her seferinde daha yukarıya çıkabileceğime koşulsuzca inanarak ilerlemek.
İzmir'deki evimin küçük bahçesinde daha ağaç bile sayılmayacak gencecik bir erik ağacı var. Burnumun dibinde duruyormuş onca zamandır da ben dikkat etmemişim. Yaşlı bir teyze geçiyordu dün kapının önünden.
"Bak kızım" dedi. "Bu erik havaya aldanmış da çiçek açmaya başlamış."
"Erik ağacı mı?" dedim. "Bahçemde erik ağacı mı var?"
Tam kapının dibinde, fidanla ağaç arası bir şey. Bir de güneşe aldanıp çiçeklenmeye başlamış. Teyzenin verdiği bilgiyi büyük bir mucize gibi karşıladım. Çocukluğumun kocaman erik ağacın bana selam göndermişti sanki. Yüzümdeki gülümsemeyi gizleyemedim uzun süre. Çocukken hep hissettiğimiz, aslında anı yaşamaktan gelen, herşeyin mucize gibi olduğu hissi vardır ya. İşte yine öyle hissediyorum. Çocukken gördüğünü şimdi görmüyorsan demek ki suç yaşamda değil, sende. Burnunun ucundaki erik ağacını görmeyip hep eski bahçelerdeyse gözün, yaşlanmışsın ama büyüyememişsin. Hayat vermeye devam ediyor, alabilmek için yalnızca daha iyi gören bir çift göze ihtiyacın var. Daha iyi görmek için ise, gitmek istediğin yöne bakmaya. Motosiklet kullanmak için kursa gitmiştim bir ara. İlk derste eğitmen şöyle dedi,
"Unutma! Motor her zaman senin baktığın yöne gider, ileriye doğru bak. Yere bakarsan, düşersin!"
Tökezleyip durmamız hep bu yüzden. Öyleyse, ileriye hep daha ileriye...