Topkapı Sarayı, 2. Avlu Girişi,
İlk gençlikte büyük heyecanla alınan kararlar nazlı kar taneleri gibi eridi gitti. Geriye kalan, uzak günlerin solmuş gölgesi. Hiç yaşanmamış günler, hiç alınmamış kararlar, hiç kurulmamış hayaller gibi... Ömrümün son günlerine yanaşır gibi küçük kayığım, sessiz, huzurlu. Limana yaklaştıkça durulurum. İçimde belli belirsiz, tatlı bir hüzün duyarken bir yandan da arar dururum ama mutsuz olmak için sebep bulamam. Bu tatlı, uysal yorgunluğum yalnızca kavurucu yaz ortasında yağan yağmurdan olamaz....
Temmuz, 2007
Topkapı Sarayı, 2. Avlu
Ayın 23'ü, temmuz. Hava sıcak. Tüketici. Günü anlatan en uygun kelime: hüzün? Ama bunu böyle birdenbire yazıverince anlamsızlaştı gitti. Başka kelime bulmalı. Hüzün? Emin değilim. Şöyle deneyelim; hata üzerine hata yapan bir küçük kızın, nihayet vardığı limandaki çaresiz ama uysal mutsuzluğu. Böyle daha iyi. Ama bir kelimeyi aştı şimdi de. Bugünü bir kelimeye sığdırmaya gücüm yetmedi öyleyse...
Ben kırmamıştım dümeni bu limana doğru, sadece rüzgardı, diyebilir misin? Zor. Öyleyse sorumluluk alıp kabullenme zamanı. Hayatının son günlerini yaşıyormuşsun hissine geri dön. Can simidi gibi sarıl, bırakma bu fikri. Herşey için çok geç. Avuntu: paralel bir evrende başka limandasın nasıl olsa. Yıldız fallarına göre bu iki sene çok zor geçecekmiş... İşte buldum en sonunda bu ağır düşüncelerin, mutsuz hislerin kaynağını; ard arda dinleyip durduğun şu melankolik şarkı: I can't take my eyes off of you... Budur. İşte herşeyin sorumlusu. Öyleyse bir sonraki şarkıya geçelim: the good times are coming... they'll be coming soon. İşte buna da inanasın yok, değil mi?!
Temmuz, 2007
Topkapı, 2. Avlu
Arka fonda "Silent all these years". Herşey yolunda. Tatlı bir serinlik, hafif bir esinti bile eksik değil. Yapraklar gürültücü biraz. Bütün bu hışırtıyı çıkaranlar yapraklarmış, şaşırdım kaldım! Bu duyduğum şelale sesi mi yoksa, demiştim! Şu ikinci avlubu tatlı eintiyle bugün, bir masal bahçesi gibi. Uzakta koşuşturan çocuklar uzak bir masal ülkesinin yetişkinleri. Şu koca gövdeli ağaç da hala gevezelik ediyor benimle. Neden bahsediyor, anlasaydım... Bugün herşey iyi, herşey güzel diyor olmalı. Rüzgarın savurduğu yalnız yapraklar değil bugün. Hiçbir kötü ve ağır düşünce bu rüzgarda tutunamaz. Köpük gibi erir gider en kasvetlileri... Aslında tüm sıkıntı hallerim bu yeni huzur haline alışmaya çalışmaktan geliyor. Daha fazla şekeri çözemeyen bir bardak su gibi, bedenim bu kadar huzuru eritemiyor. Kavga edip durmam hep bundan. Tam şu an içinde ölecek olsam, dünyanın en mutlu insanı olarak giderdim aslında...
Masal bahçesinin ağaçları söyleşmeye devam ediyor. Günün galibi esinti oldu, güneş kavuramadı bugün hiç. Bugün ne birşey eksik, ne birşey fazla. Bu geveze yapraklar, bu hafif esinti cennetten gelmiş olmalı ya da kaçınılmaz olarak burası cennetin kendisi. Bugün kimse beni bunun aksine inandıramaz.
Ağustos, 2007
Topkapı, 2. Avlu
Herşeyin normale döndüğü gün diye not düştüm ajandama... Sarayın ikinci avlusu... 3. kapının önüne yeniçeri kılıklı adamlar dikmişler, gelen geçen bunlarla fotoğraf çektiriyor. Adamların yüzünde bir garip sıkıntı, mahçubiyet sanki biraz da gurur ifadesi. Bunaltıcı ağustos sıcağı. Ağustos ayının şüphesiz en güzel yanı, hemen ardından eylül ayının gelmesi. Şerbeti fazla kaçmış bir tatlı gibi ağustos. İç burkan tatlıdan sonra bir bardak serin su: Eylül. İçinde bir dilim limon ve bir kaç parça taze nane yaprağı... Bu sihirli avlu bugün yine masallardan fırlamış gibi. Bunca insanın telaşı da bozamıyor büyüyü. Ağaçlar böyle kararlı ve sağlam durdukça da bozamaz gibi. Masal bahçesinde beş dakikam daha var, sonra gidiyorum. Bunca kalabalığa rağmen gizli bir köşem var bahçede. Bu köçecik sanki huzurumun güvencesi. Bu bahçe, bu köşe durdukça ölümsüzüm.
20 Ağustos, 2008
Topkapı, 2. Avlu
İşte beklenen gün. Bütün güzelliği, sade zerafetiyle bu gelen eylül ayı olmalı. Davetin onur konuğu gibi çıkageldi. Yaprakların dökülmesi de hep saygıdan. İkinci avlu sevinçten şaşkına dönmüş.
Uzun ve yorucu bir yolculuktan sonra evime varıp sığınmış gibiyim.
1 Eylül, 2008
Topkapı, 2. Avlu
Bu bahçe gerçekte yok. Bahçede yürüyen, bir oraya bir buraya koşturanlar da yok. Az bulutlu havada güneş bulutların ardından sızar ya bulutları delip geçer gibi. İşte bu gördüğüm insanlar da düşüncemin gölgelerden sızıp bahçeye düşmüş halleri. Bahçenin kendisi gibi. Nesini anlatsam bilmiyorum. Ağaçlardan havalanıp oraya buraya konan, sonra yeniden yükselen tatlı esintiyi mi? Baharın ilk papatyalarının keyifle güneşlenmesini mi? Her köşede zaman durmuş gibi. Mermer sütunlar üzerinden zarif tuğladan kemerler, koca koca selviler, kavaklar... Kemerlerin altında beş yaşlarında bir çocuk topaç çeviriyor. Şimdi topaçı tuttu ipinden kendi etrafında dönüyor. Hayal değilse ne bunlar? Tüm bunlar düşüncemin cılız ışık oyunları. Birazdan gidiyorum. Ben gittiğimde de varolmaya devam edecek mi burası? Benden sonra da yeşil topacını çevirmeye devam edecek mi mavi kazaklı çocuk? Geçen yaz boyu benimle gevezelik edip duran şu koca ağaç da burda olacak mı? Sanmam doğrusu.
30 Mart, 2009
Şevin'in KIŞ BAHÇESİ
Gökten onca kar tanesi düşer, hiçbiri bir diğerine değmezmiş.
1/28/2010
Sarnıç'ta, 11:34
Bir günün tamı tamına yarısını soğuktan titreyerek geçirdikten sonra nihayet içebildiğim bir fincan sıcak çay. Ağustos sıcağında mucize gibi çıkıp gelen serinliğin kılık değiştirmiş hali. Ben yine bekliyorum... Hayatımın kaçta kaçını bekleyerek geçirdiğimi hesaplamaya kalkarsam ortaya çıkacak sonuç cesaret kırıcı olabilir. Kaç kişi henüz on yaşına bile basmadan, ben en çok beklemekten nefret ediyorum cümlesini kurmuştur. Artık nefret etmiyorum. Şimdi... hemen şu anda... sarnıcın kafeteryasında bir yandan bekleyip bir yandan çay içerken, acaba 20 dakika daha beklemek zorunda olmasaydım ne yapıyor olmak isterdim diye sorunca fark ettim ki, çok fena şey değilmiş beklemek. Öyleyse neymiş!? Yalnızca beklerken - daha doğrusu beklemek zorundayken - zamandan kaçmak için telaş içinde değilim. Anın içinde tutunmayı beceremeyen bütün insanlar gibi, hep koşarcasına hatta kaçarcasına yaşadığımdan olsa gerek, bu küçük beklemeler beni kendimle başbaşa bırakmaya başladı. Demek ki ancak durmaya zorunlu olduğumda durabiliyorum. Ancak beklemek zorunda olduğumda koşmuyorum. Nereye küçük kız? Bunca acele nereye ulaşmana yarayacak? Ama bu durumda doğru soru şu olsa gerek; bu kadar acele neden kaçmana yarayacak? .. İşte geliyorlar. Haydi öyleyse koşmaya devam. Bir sonraki durağa kadar.
1/27/2010
Güle güle kar tanesi
Küçük bir kız çocuğuyken annem eve dönene kadar bana anneannem gözkulak olurdu. Anneanneyle büyüyen bütün çocuklar gibi ben de ondan bir sürü masal dinlerdim. Bir sürü uydurma hikaye, bazen basit ama bilgece sözler… Bir kış günü dışarda lapa lapa kar yağarken birlikte camdan dışarıya baktığımızı hatırlıyorum. Bugün bile huzur ne diye soracak olsalar, anneannemle sakince yağan karı seyrettiğimiz o an aklıma gelir. Anneannem sanki ben bir yetişkinmişim gibi bir ara bana dönüp şöyle demişti o gün:
- Biliyor musun? Gökten o kadar çok kar tanesi iner ama bunların hepsi de her ne hikmetse birbirine değmeden yere ulaşır.
Ben bu basit ama şaşkınlık verici bilgi karşısında kalakaldığımı hatırlıyorum. Birbirlerine hiç değmeyen kar taneleri mi? Nasıl mümkün olur, rüzgar estiğinde de mi değmezler! Anneanneme bunları hiç sormadım çünkü o bana bunu sır verir gibi söylemişti ve o günden itibaren de gökten süzülerek inen milyonlarca, trilyonlarca kar tanesinden hiçbirinin bir diğerine dokunmadığı bilgisi ikimiz arasında kalacaktı. Böyle kutsal bir bilgi paylaşımında soru sormak olmazdı. Anneannem dediğine göre bu doğruydu ve kim bilir belki de yıllar sonra da ben de bunu torunlarımla paylaşacaktım.
Yıllar sonra bir yetişkin olup da anneannemin hikayelerini unutacak yaşa geldiğimde hüzünlü bir karşılaşma bana anneannemin sakince süzülen kar tanelerini hatırlattı. Hiç beklenmedik bir anda, çocukluğumun en huzurlu günlerinden birinde bir mucize olduğuna karar verdiğim o zarif kar tanelerinden birine rastladım. Kış aylarından biri değildi. Aylardan herhangi bir ay, günlerden herhangi bir gündü. Bir zamanlar görkemli olan şehir surlarının yanıbaşında, sahipsiz ruhları koruyup kollamak için seferber olmuş insanlara rastladım. Binlerce terkedilmiş ve sahipsiz köpeğin arasında bir küçücük köpecik ruhuma aynı çocukluğumun kar taneleri gibi süzülüverdi. Bu küçük mucize varlık anneannemin kar taneleri kadar beyaz, tertemiz ve saflık doluydu. Giriş kapısından başlayarak etrafımı saran bir sürü sevgi dolu köpeciği görünce ne yapacağımı bilemedim. Hepsiyle biraz da olsa ilgilenerek hasta miniklerin olduğu bölüme ulaştık. İlk önce çenesi kırık ve bir gözünü kaybetmiş olan minik karşıladı bizi. Sonra diğer afacanlar sevilmek için sıraya girdiler. Sabırsızlıkla birbirlerinin üzerine atlayarak bana ulaşmaya çalışan hasta ama bir o kadar yaramaz ve dünya tatlısı köpecik etrafımı sardı. Yalnızca bir tanesi yerinden kalkıp da yanıma gelmemişti. Yan gözle ona bakıp, eh sen bilirsin yaramaz şey, öyleyse ben de diğerlerini severim diye düşündüm. Bu arada, “Hayatım şununla da ilgilensene biraz” diye yineleyip duran eşimin ısrarıyla bana yaklaşmaya zahmet etmeyen miniğe yaklaştım. İşte o zaman anladım minik kar tanesinin felçli olduğunu. Benim ilgimi çekmek için olanca gücüyle kafasını sallıyor bana doğru atılmaya çalışıyordu. Bense onca zaman bunu fark etmeden orda durmuştum. İsmi Prenses’ti. Bir kar tanesi kadar zarif ve güzel, küçücük bir prensescik. Küçük başıyla titreyerek bana daha da yaklaşmaya çalışırken küçük çenesini avucumun içine aldım. Varlığından kimsenin haberdar olmadığı, önemsiz, sessiz, kendi halinde bir kar taneciği gibiydi. Dünyada ancak bir kar tanesi kadar yer dolduruyor olmalıydı. Onu sahiplenenler de böyle düşünmüş olmalı ki, hiç düşünmeden, hiç önemsemeden, gerekli aşılarını yaptırmadan bu dünya güzeli periyi sokağa atıvermişlerdi. Prensescik gençlik hastalığına tutulmuş ve zayıf bedeni bunu kaldıramayınca felç kalmıştı. Bize geldiğinde cesetten farkı yoktu dedi Meral Hanım. Ama şimdi capcanlı, hem de sevgi dolu. İçim umutla doldu. Bu kadar küçük bir yaratığın içinde bu kadar sevgi olursa elbette iyileşmesi kaçınılmazdı. Zaten durumu iyiye gidiyordu. Minik kar tanesiyle ve diğer afacanlarla vedalaşıp boğazımdaki kocaman düğümle eve döndük.
Bir süre sonra kendimi yine surlar, deniz ve sahipsiz ruhların kesiştiği yerde buldum. Prenses’i yine göreceğim diye içimde bir kıpır kıpır bir çocuk heyecanı… Sevdiği mamadan da getirdim bu sefer. Ama yemek saatleri değildir diye sormaya bile çekinerek getirdiğim mamaları girişte bırakarak hasta miniklerin bölümüne doğru ilerledim. Bunun bir ritüel gibi olduğunu fark ettim. Bu zamanın dışındaki yerde yalnızca yürümek mümkün değildir, ileri doğru giderken iki yanınızda sıralanmış bu unutulmuş ama iyilik dolu ruhları sevip okşamadan ilerleyemezsiniz. Hepsini sevip hiçbirini kıskandırmamaya çalışarak, böylece hastalar koğuşuna varırsınız. İşte benim kar taneme rastladığım yer. Hareket edemeyen minicik bedenine inat gözlerinden fışkıran enerji ve sevgiyle büyülendiğim yer. İkinci karşılaşmaya kadar günlerce rüyalarıma girmesi de gözlerindeki o ısrarlı sevgiden olmalıydı. Yine oradaydı miniğim. Bu sefer sol tarafta odanın dip koşesinde. Yine hem hareket edemeyip, hem de enerjisinden kanatlanıp uçacak gibi bana doğru atılmaya çalışarak, yine oradaydı. Diğer hasta canları kıskandırmadan, minicik suratını avucumun içini alıp sevdim kar tanesini. Bu sefer emindim, bu yaramaz öyle yaşam dolu ki, alt edemeyeceği bir hastalık olamaz. İyileşecek Prenses. Evde iki köpeğe bakamayız diyen eşimi kandırıp Lilo’ma kardeş olarak onu sahipleneceğim, işte o zaman prensesler gibi yaşayacak minik kar tanesi.
Sonraki haftalarda hep bir sürü önemsiz iş yüzünden gitmeyi erteledim. İnsanoğlunun bitip tükenmeyen önemli mi önemli dünyevi işleri! Yarın giderim o zaman diyordum, olmazsa yarın. Önce bir taşınalım, ev yerleşsin iyice, ondan sonra giderim. Şu doğalgazcılar gelsin, şu telefon da bağlansın, ondan sonra. Ve nihayet kışın en soğuk günlerinden birinde, minik canlara biraz yardım götürmeye karar verip yola koyulduk. Prensesime ve diğer hasta bebeklere mama aldık önce. Sonra da denizde yalnızca bir damla olacak yardımımızı ulaştırmak için barınağa vardık. Durum içler acısıydı. Sular donmuş, kanalizasyon boruları bile soğuktan çalışmaz hale gelmişti. Gönüllü melekler bir koşuşturma içindeydi. Ben yine çekindim kar tanesini sormaya. Ama bu sefer eşim benden önce davrandı. Prenses’e mama getirmiştik dedi. O zaman Meral Hanım durakladı. Ah, dedi. Ben hemen eşimin patavatsızlık yaptığını düşünüp söylediğini düzeltmeye giriştim. Sonuçta binlerce köpek ve yüzlerce hasta ve yavru bebek arasında bir tanecik kar tanesini sormak ayıp olmuyor muydu? Araya girip, tabii biz bırakalım isterseniz en hasta olanlara verin mamayı gibi bir şeyler söylemeye çalışırken, Meral Hanım’ın ağzından dökülen cümleyi duymayı bir an için kulaklarım reddetti. Sonra söylediğini duyunca da bir an için zihnim algılamayı reddetti. Ne demekti bu şimdi? Nasıl olur? Ne demek olur Prenses’i biraz önce kaybettik. Belki de yanılıyordu. Sonra anlatmaya başladı, felçli hayvanlarda iç organlar… Hiçbir şey anlamadım ya da dinlemedim. Sonra yine utandım kendimden. Milyonlarca, milyarlarca kar tanesi arasından yalnızca bir tane kar tanesi. Binlerce sahipsiz, atılmış, unutulmuş köpek arasından yalnızca bir tanesi. Daha fazla soramadım.
Doğanın yarattığı en güzel, en iyilik dolu, en yaşam enerjisiyle dolu ruhlardan birini daha insanoğlu olarak unutulmaya terkettik. Minik Lilo’mla günlerdir karlarda gezip duruyoruz. Bütün köpekler gibi karlara bayılıyor. Mutluluktan uçarcasına hoplayıp zıplıyor, o koca burnunu karlara sokup çıkarıyor, bazen merakına yenilip karın tadına bakıyor. Prenses ise karlı bir günde, karda hiç koşamadan, karların içine burnunu gömüp sonra da beyaz bir burunla şaşkın şaşkın etrafına bakamadan insanoğlunun düşüncesizliği yüzünden eriyip gitti. Meral Hanım bir yandan koştururken beni avutmaya çalıştı, üzülme dedi, daha ne Prenses’ler var, her gün yenileri geliyor. İnsanoğlu yaşam hakkını yalnızca kendine yakıştırmaya, olanca şımarıklığıyla bu minik ruhları oyuncak gibi yerden yere vurmaya hep devam edecek. Hep daha ne Prenses’ler var, diyeceğiz. Önemsiz, korumasız, sessiz, dilsiz kar taneleri… Gökten milyonlarca, trilyonlarca kar tanesi düşermiş de hiçbiri bir diğerine değmezmiş. Bir tanesi benim ruhuma değdi bu sefer.
Güle güle kar tanesi.
Güle güle küçük Pamuk Prenses.
- Biliyor musun? Gökten o kadar çok kar tanesi iner ama bunların hepsi de her ne hikmetse birbirine değmeden yere ulaşır.
Ben bu basit ama şaşkınlık verici bilgi karşısında kalakaldığımı hatırlıyorum. Birbirlerine hiç değmeyen kar taneleri mi? Nasıl mümkün olur, rüzgar estiğinde de mi değmezler! Anneanneme bunları hiç sormadım çünkü o bana bunu sır verir gibi söylemişti ve o günden itibaren de gökten süzülerek inen milyonlarca, trilyonlarca kar tanesinden hiçbirinin bir diğerine dokunmadığı bilgisi ikimiz arasında kalacaktı. Böyle kutsal bir bilgi paylaşımında soru sormak olmazdı. Anneannem dediğine göre bu doğruydu ve kim bilir belki de yıllar sonra da ben de bunu torunlarımla paylaşacaktım.
Yıllar sonra bir yetişkin olup da anneannemin hikayelerini unutacak yaşa geldiğimde hüzünlü bir karşılaşma bana anneannemin sakince süzülen kar tanelerini hatırlattı. Hiç beklenmedik bir anda, çocukluğumun en huzurlu günlerinden birinde bir mucize olduğuna karar verdiğim o zarif kar tanelerinden birine rastladım. Kış aylarından biri değildi. Aylardan herhangi bir ay, günlerden herhangi bir gündü. Bir zamanlar görkemli olan şehir surlarının yanıbaşında, sahipsiz ruhları koruyup kollamak için seferber olmuş insanlara rastladım. Binlerce terkedilmiş ve sahipsiz köpeğin arasında bir küçücük köpecik ruhuma aynı çocukluğumun kar taneleri gibi süzülüverdi. Bu küçük mucize varlık anneannemin kar taneleri kadar beyaz, tertemiz ve saflık doluydu. Giriş kapısından başlayarak etrafımı saran bir sürü sevgi dolu köpeciği görünce ne yapacağımı bilemedim. Hepsiyle biraz da olsa ilgilenerek hasta miniklerin olduğu bölüme ulaştık. İlk önce çenesi kırık ve bir gözünü kaybetmiş olan minik karşıladı bizi. Sonra diğer afacanlar sevilmek için sıraya girdiler. Sabırsızlıkla birbirlerinin üzerine atlayarak bana ulaşmaya çalışan hasta ama bir o kadar yaramaz ve dünya tatlısı köpecik etrafımı sardı. Yalnızca bir tanesi yerinden kalkıp da yanıma gelmemişti. Yan gözle ona bakıp, eh sen bilirsin yaramaz şey, öyleyse ben de diğerlerini severim diye düşündüm. Bu arada, “Hayatım şununla da ilgilensene biraz” diye yineleyip duran eşimin ısrarıyla bana yaklaşmaya zahmet etmeyen miniğe yaklaştım. İşte o zaman anladım minik kar tanesinin felçli olduğunu. Benim ilgimi çekmek için olanca gücüyle kafasını sallıyor bana doğru atılmaya çalışıyordu. Bense onca zaman bunu fark etmeden orda durmuştum. İsmi Prenses’ti. Bir kar tanesi kadar zarif ve güzel, küçücük bir prensescik. Küçük başıyla titreyerek bana daha da yaklaşmaya çalışırken küçük çenesini avucumun içine aldım. Varlığından kimsenin haberdar olmadığı, önemsiz, sessiz, kendi halinde bir kar taneciği gibiydi. Dünyada ancak bir kar tanesi kadar yer dolduruyor olmalıydı. Onu sahiplenenler de böyle düşünmüş olmalı ki, hiç düşünmeden, hiç önemsemeden, gerekli aşılarını yaptırmadan bu dünya güzeli periyi sokağa atıvermişlerdi. Prensescik gençlik hastalığına tutulmuş ve zayıf bedeni bunu kaldıramayınca felç kalmıştı. Bize geldiğinde cesetten farkı yoktu dedi Meral Hanım. Ama şimdi capcanlı, hem de sevgi dolu. İçim umutla doldu. Bu kadar küçük bir yaratığın içinde bu kadar sevgi olursa elbette iyileşmesi kaçınılmazdı. Zaten durumu iyiye gidiyordu. Minik kar tanesiyle ve diğer afacanlarla vedalaşıp boğazımdaki kocaman düğümle eve döndük.
Bir süre sonra kendimi yine surlar, deniz ve sahipsiz ruhların kesiştiği yerde buldum. Prenses’i yine göreceğim diye içimde bir kıpır kıpır bir çocuk heyecanı… Sevdiği mamadan da getirdim bu sefer. Ama yemek saatleri değildir diye sormaya bile çekinerek getirdiğim mamaları girişte bırakarak hasta miniklerin bölümüne doğru ilerledim. Bunun bir ritüel gibi olduğunu fark ettim. Bu zamanın dışındaki yerde yalnızca yürümek mümkün değildir, ileri doğru giderken iki yanınızda sıralanmış bu unutulmuş ama iyilik dolu ruhları sevip okşamadan ilerleyemezsiniz. Hepsini sevip hiçbirini kıskandırmamaya çalışarak, böylece hastalar koğuşuna varırsınız. İşte benim kar taneme rastladığım yer. Hareket edemeyen minicik bedenine inat gözlerinden fışkıran enerji ve sevgiyle büyülendiğim yer. İkinci karşılaşmaya kadar günlerce rüyalarıma girmesi de gözlerindeki o ısrarlı sevgiden olmalıydı. Yine oradaydı miniğim. Bu sefer sol tarafta odanın dip koşesinde. Yine hem hareket edemeyip, hem de enerjisinden kanatlanıp uçacak gibi bana doğru atılmaya çalışarak, yine oradaydı. Diğer hasta canları kıskandırmadan, minicik suratını avucumun içini alıp sevdim kar tanesini. Bu sefer emindim, bu yaramaz öyle yaşam dolu ki, alt edemeyeceği bir hastalık olamaz. İyileşecek Prenses. Evde iki köpeğe bakamayız diyen eşimi kandırıp Lilo’ma kardeş olarak onu sahipleneceğim, işte o zaman prensesler gibi yaşayacak minik kar tanesi.
Sonraki haftalarda hep bir sürü önemsiz iş yüzünden gitmeyi erteledim. İnsanoğlunun bitip tükenmeyen önemli mi önemli dünyevi işleri! Yarın giderim o zaman diyordum, olmazsa yarın. Önce bir taşınalım, ev yerleşsin iyice, ondan sonra giderim. Şu doğalgazcılar gelsin, şu telefon da bağlansın, ondan sonra. Ve nihayet kışın en soğuk günlerinden birinde, minik canlara biraz yardım götürmeye karar verip yola koyulduk. Prensesime ve diğer hasta bebeklere mama aldık önce. Sonra da denizde yalnızca bir damla olacak yardımımızı ulaştırmak için barınağa vardık. Durum içler acısıydı. Sular donmuş, kanalizasyon boruları bile soğuktan çalışmaz hale gelmişti. Gönüllü melekler bir koşuşturma içindeydi. Ben yine çekindim kar tanesini sormaya. Ama bu sefer eşim benden önce davrandı. Prenses’e mama getirmiştik dedi. O zaman Meral Hanım durakladı. Ah, dedi. Ben hemen eşimin patavatsızlık yaptığını düşünüp söylediğini düzeltmeye giriştim. Sonuçta binlerce köpek ve yüzlerce hasta ve yavru bebek arasında bir tanecik kar tanesini sormak ayıp olmuyor muydu? Araya girip, tabii biz bırakalım isterseniz en hasta olanlara verin mamayı gibi bir şeyler söylemeye çalışırken, Meral Hanım’ın ağzından dökülen cümleyi duymayı bir an için kulaklarım reddetti. Sonra söylediğini duyunca da bir an için zihnim algılamayı reddetti. Ne demekti bu şimdi? Nasıl olur? Ne demek olur Prenses’i biraz önce kaybettik. Belki de yanılıyordu. Sonra anlatmaya başladı, felçli hayvanlarda iç organlar… Hiçbir şey anlamadım ya da dinlemedim. Sonra yine utandım kendimden. Milyonlarca, milyarlarca kar tanesi arasından yalnızca bir tane kar tanesi. Binlerce sahipsiz, atılmış, unutulmuş köpek arasından yalnızca bir tanesi. Daha fazla soramadım.
Doğanın yarattığı en güzel, en iyilik dolu, en yaşam enerjisiyle dolu ruhlardan birini daha insanoğlu olarak unutulmaya terkettik. Minik Lilo’mla günlerdir karlarda gezip duruyoruz. Bütün köpekler gibi karlara bayılıyor. Mutluluktan uçarcasına hoplayıp zıplıyor, o koca burnunu karlara sokup çıkarıyor, bazen merakına yenilip karın tadına bakıyor. Prenses ise karlı bir günde, karda hiç koşamadan, karların içine burnunu gömüp sonra da beyaz bir burunla şaşkın şaşkın etrafına bakamadan insanoğlunun düşüncesizliği yüzünden eriyip gitti. Meral Hanım bir yandan koştururken beni avutmaya çalıştı, üzülme dedi, daha ne Prenses’ler var, her gün yenileri geliyor. İnsanoğlu yaşam hakkını yalnızca kendine yakıştırmaya, olanca şımarıklığıyla bu minik ruhları oyuncak gibi yerden yere vurmaya hep devam edecek. Hep daha ne Prenses’ler var, diyeceğiz. Önemsiz, korumasız, sessiz, dilsiz kar taneleri… Gökten milyonlarca, trilyonlarca kar tanesi düşermiş de hiçbiri bir diğerine değmezmiş. Bir tanesi benim ruhuma değdi bu sefer.
Güle güle kar tanesi.
Güle güle küçük Pamuk Prenses.
Etiketler:
cocker,
kar tanesi,
Prenses,
Yedikule Hayvan Barınağı
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)