24 Şubat 2006 Cuma
Müjdat Abi ve Bizim Mahalle
‘80’ler... Hele yaz sabahlarında mahallemizde, apartmanlar arasında gezinen tozlu güneş ışıkları belleğime işlenmiş... O tozlu apartman aralarında, bir avuç yeşilliğin üstünde, piknik yapardık birkaç küçük çocuk. Öğle saatlerinde, merdiven boşluklarında kızlı- oğlanlı evcilik oynardık. Gökyüzlerimizi, uçurtmalarımıza göz açtırmayan elektrik telleri kuşatırdı. Akşamüstleri ablalarımızın ip atlama ve voleybol oynama, abilerimizin de çift kale futbol maçlarının başlama saatleriydi. Biz küçükken “ortada sıçan” olmaya bile razı olduğumuzdan, bizim için oldukça renkli saatlerdi bu akşamüstü oyun saatleri... Çift kale maçlarda (ki kaleler “yol” üzerine kurulurdu ve maçlar araba geçişleriyle sık sık bölünürdü) bir kalecilik kapma şerefine nail olanlarımız bu konuda istidatlı ve gelecekte de bu yeteneklerini gösterme fırsatı bulanlardı. Öyle ki, çok beğenilirsek, bir sonraki akşamüstü maçında santrfor olarak oynama fırsatı bile bulabilirdik. “Büyükler ligi”nde oynamak, büyük efor sarfetmeyi gerektiren bir zevk, her şeyden önce, şerefli bir görevdi.
İşte o akşamüstleri, apartmanların önüne yerleştirilmiş oturmaya bazan annelerimiz de çıkardı. Çevrelerinde dolanıp duran biz küçükler için bile hoş sayılabilecek muhabbetler kurulurdu buralarda. O banklar önemlidir... Apartmanın gölgelik ve/fakat çok da kuytu olmayan bir köşesine konulurdu bunlar. Apartman yöneticisinin kalitesine bağlı olarak, keresteden çakılmış ve/veya sarmaşıklar dolanmış çıtalarla desteklenip gölgelenmiş kameriyelere de rastlanabilirdi mahallemizde. Buralarda bol bol çekirdek çitlenir, kimi zaman da Uludağ, Elvan, Çamlıca gibi gazozlar tüketilirdi (Elvan... Benim favorim kesinlikle oydu). Akşamları işten dönen babalarımızla, hep birlikte eve girilirdi (sıkıyönetimin bitiminden sonra gece yürüyüşleriyle de tanışacaktık). Kışın bütün mahalle geceleri kartopu oynar; kızaklarla, merdivenlerle yokuş aşağı kayardık. Kardanadam yapardık. Sobalarımızın başında birlikte ısınırdık.
Bazı öğlenler, komşu teyzelerden biri yiyecek birşeyler indirip aşağıya, bizi sevindirirdi. Kimi zaman üzerine peynir üfelenmiş salçalı ekmek dilimi, çokokremli ekmek, poğaça, hattâ yanında sekiz- on kaşıkla bir tepsi bulgur pilavı bile olabilirdi bu. Üstüne komşu bahçelerden devşirilmiş, mevsimine göre dut, vişne, iğde vs. iyi giderdi.
Çok sonra, adına nostalji denildiğini öğrendiğim bu hissiyata kapılmamın öncülüğünü belki de bakkallar yapmıştır. Bizim mahallemizde, bizim yaşımızdaki çocuklar için “bakkal” çok önemlidir. Oradan genellikle çekirdek, Tipi Tip ve Minti gibi sakızlar, çok da çeşidi olmayan gofret ve çikolatalar ile Eti Puf; sıklıkla kalem, silgi (Pelikan), kalemtıraş; bazan da Elvan ve Coca-Cola (biraz lüks kaçardı) türü içecekler alınırdı bizim tarafımızdan. Ha bir de minik plastik kutularda satılan koska şekerlerle futbolcu kartı hediyeli sakızlar...
Plastik topları tüketme lüksü de abilerimize aitti (bize genellikle gazoz kapaklarıyla maç yapmak düşerdi). O küçücük bakkallarda herşey bulunurdu: Ekmekten resim defterine, pirinçten aspirin- gripine kadar... Kasap- manav dışında, alışveriş için başka yerlere nadiren ihtiyaç duyardık.
O sözünü ettiğim futbolcu kartları, mahallenin (her mahallenin mi demeliyim?) tüm çocukları arasında oldukça popülerdi. Fatih, Erdoğan, Şenol, Mehmet Ekşi gibi popüler futbolcuların kartları en değersizleriydi, çünkü çokça çıkarlardı.
Bir diğer oyun da misketti. Orijinal misketlere sahip olanlar , genelde bu oyunu iyi oynarlar, parmaklarını iyi kullanırlardı. “Kuyu”, maharet isteyen, gerçek bir usta işi oyundu. Küçükler, adeta bir sanat icra eden o usta parmakları hayranlıkla izlerlerdi.
Sonra gazoz kapağı (ki biz “ilik” derdik) da popüler oyunlardandı. Tıpkı misket gibi oynanırdı; ancak dizilen ilikler bir taş vasıtasıyla vurulmaya çalışılırdı. Bunda en iyisi kaymak taş (mermer) idi. Sonra, içi çamurla doldurulup sıvanmış kavanoz kapağı da iyi bir vurma aracıydı.
O yıllarda oynanan oyunların bunlardan ibaret olduğunun veya benim geri kalanını unuttuğumun düşünülmesini istemem. Her birini ayrı bir zevkle oynadığımız daha onlarca türlü- çeşitli oyun sayabilirim. Ama burada yapmaya çalıştığım bir oyun antolojisi hazırlamak değildir. Geçmiş günleri hatırlatıp duygu geçidi yapmak hiç değildir. Tek amacım, ileride önünüze sermeye çalışacağım konuyu desteklemek ve beslemek için anımsanmasında yarar gördüğüm “o günler”in resmini çizmek, gözünüzde canlanmasını sağlamaktır. Belki bu arada, -ne kadar doğru bir ifade, bilmem ama- depreşen nostalji duygularımı da bastırmaya çalışıyorumdur. Bu durum nedeniyle inceden inceye -ya da açıkça- alaya alınabilirim (eskiden benim de içinde bulunduğum bir davranıştı bu). Uzmanlar bunu geçmişe, hızla akıp giden zamana ayak uyduramama nedeniyle duyulan özlem, diye tanımlıyorlar. Okuyucu, bu satırların yazarının içinde bulunduğu psikolojik durumu merak ediyor olabilir, diye söylüyorum bunu. Daha fazla analiz- sentez ve irdelemeye gerek var mı? Daha derine girmeden yorumu okuyucuya bırakıyorum.
Biraz dağılan konuyu toparlamak ve okuyucunun ilgisini asıl konu üzerine tekrar çekmek için güçlü bir yeniden- giriş yapmak gerekir: Televizyon... Başka söze gerek var mı, bilmem; hani yaşamımızı kökten değiştiren o büyülü kutu... Bonanza’lar, Doktor Kimbıl’lar, Şahin Tepeleri, Dallas- Hanedan- Çarli’nin Melekleri, Flamingo Yolları; Uykudan Önce- Oyun Treni- Hayatın İçinden’ler...
“Alamancı” olduğumuz için teknolojinin son ürünü yenilikler bizde vardı. İşte televizyon da bunlardan biriydi. Daha Türkiye’de tek kanallı, siyah- beyaz yayın varken, bizim –biri renkli olmak üzere- iki renkli televizyonumuz vardı ‘80’lerin başında, apartmanımızdaki tek telefon da bizdeydi zaten). Hava atmaya çalıştığım düşünülmesin, bir aidiyet hissi içinde olmasaydım, o günleri anlatmaya bile kalkışmazdım. Neyse, ne diyorduk: o günlerde tohumları atılan televizyon çocuklarından biri de bendim işte (sonradan soyuma isyan edip televizyon çocukluğundan istifa edecektim). Akşamki program ertesi sabah, bütün ülkede olduğu gibi mahallemizde de konuşulurdu. Milli maçların yıldız forvetleri taş kalelere gol atar olurdu birden. Evcilik oyunlarında, akşamki filmin devamı çekilirdi. Dizideki karakterlerden lakap takılırdı: Kepçe kulaklılar “Spak”, çatık kaşlılar “Ceyar” olurdu. Dublaj Türkçe’si, günlük konuşmanın yerini o günlerde almaya başladı.
Akşamüstü başlardı yayın, önceleri; açtıktan sonra görüntünün gelmesi için televizyonun ısınmasını beklerdiniz. Heyecan dolu bir bekleyişti bu. Genellikle çizgi filmler önce gelirdi. Uykudan Önce’yi izledikten hemen sonra vurup kafayı yatan kaç salak çocuk olduğunu düşünmüşümdür hep. Cingöz ile Cimcime, hele Musti bir âlemdi. Bu sırada genellikle sofrada olunurdu. Uykudan Önce’nin hemen ardından “Haberler” başlardı. Bir sabah kalkınca şaşkınlıkla tecrübe ettiğim ve anlamını babamdan öğrendiğim “sıkıyönetim” sözcüğünü, özellikle bu programda sıkça duyardım (sabah kalktığımızda, duvarlardaki o kırmızı boyayla yazılmış yazıların hepsinin bir gecede silindiğini hayretle görmüştük).
1984 Yılı’nda haber özetleri, kısa başlıklar halinde aşağıdan yukarıya doğru akarak geçerdi televizyonda. Her cümlenin başında yanıp sönen minik yıldızlar sinirlerimi bozardı. Tonton amcanın ekranlarımızda sıklıkla görülmeye başladığı yıllardı. Babama, haberleri niye Turgut Özal’ın sunmadığını sorduğumu hatırlıyorum: Nasıl olsa her haberde o vardı. Açıkoturum’larda, İcraatın İçinden’lerde hep o konuşuyor, konuşuluyordu. ‘80’lere olduğu gibi, iyi veya kötü, bol dokuzlu yıllara da damgasını vurdu. İçinde bulunduğumuz şu bol sıfırlı günlerde de hâlâ sıkça konuşuluyor.
Televizyon sayesinde futbolu ve siyaseti daha sık konuşur olduk. Mahallemizde delikanlılar saçlarını Babi gibi tarıyor, kızlar Pemıla gibi kırıtıyorlardı. Küçük kızlar tıpkı birer Klara idi. Birbirimizi Kimbıl gibi selamlar olduk. Televizyon sayesinde yoksullar zenginleri, zenginler yoksulları daha yakından tanıma fırsatı buldu. Yine bu sayede Amerikalılar’ın da üzerinde yaşadıkları bir kıtayı yeniden keşfettik. Giyim- kuşamımızdan yiyip içtiklerimize, konuşmamızdan yaşam biçimimize kadar, artık her şeyimizle biz de onlardan biri olmuştuk.
Eskiden “mahalleli” idik, bugün “şehirli” olduk. O eski mahalleler yaşıyor mu hâlâ, ya da biryerlerde örneği kaldı mı? O zamanlar bütün mahallenin alışveriş yaptığı pazarlar, küçük esnaf vardı; esnaflık öldü de, pazarcılıkta hâlâ para var mı? Bugün benim yaşımda olup da bir zamanlar pazarlarda su- simit satmayan, arabacılık yapmayan kaç şehirliye rastlayabiliriz? (Zira bu zenginlik- yoksulluk ölçütü değildi.)
Sabah kahvaltıyı bir komşumuzda yapıp öğle yemeğini bir diğerinde, akşam yemeğini de bir başka komşumuzun evinde yiyebilirdim. Komşularımızla neredeyse bütün eşyamız ortak gibiydi. Bakkal- kasapla birbirimizden rahatlıkla borç alıp verebilirdik.
Amacım dünü övüp bugünü yermek değil. Tersi hiç değil... Tadını özlediği şeyleri unutamıyor insan ve işte böyle kaptırıp gidiyor.
Annem küçükken, kapılarında kilit bulunmadığını yeminle söylerdi. Mahallelerinde gece- gündüz bütün kapılar aralık dururmuş. O zamanlar bunları hayret ve ibretle dinlerdik. Ne mutlu ki artık benim de anlatacak bir hikâyem var çocukluğuma dair...
* * *
İşte Müjdat Abi, mahallemize ilişkin hikâyelerin, her zaman başrolünde olmasa bile, mutlaka kıyısından- köşesinden rol kapan bir kişilikti. O yaşıtlarının can dostu, kızların düşlerindeki prens, biz küçüklerinse kelimenin tam anlamıyla idolüydü. Her oğlan çocuğu, büyüyünce bir Müjdat Abi olmak için çaba gösterirdi.
O gerçek bir liderdi. Maçlarda takımı hep o kurardı. Mahalle maçlarında kaptan hep o olurdu. Hep forvette oynayıp en çok golü o atardı. En sert kartopunu o yapar, duran topa en iyi o vurur, en hızlı o koşardı. Ağaçların en yüksek o tırmanırdı. Gazozu bir dikişte bitirir, bisiklet sürerken iki elin birden bırakabilirdi. Saklambaçta en kuytuya saklanır, en önce o sobelerdi. Kızılderilicilik oyunlarında o hep kovboy olurdu. Başına bir söğüt dalı bağlayışı vardı ki... Çiçekten horoz yapmayı da o öğretmemiş miydi bize?..
İlikte, miskette hep başı (en kötü ihtimalle başaltıyı) vururdu. En çok misket hep onda olmuştur. Bir misket borç alıp elli tane kazanarak bütün oyuncuları ütebilecek kadar yetenekli, hepsini küçüklere dağıtıp gidebilecek kadar da cömertti.
Çiviyi çamura en iyi o saplardı, en dar boğazlardan o geçerdi (oynayan anlar ancak).
Mahallenin delikanlıları arasında modayı o belirlerdi: Kot pantolon, Puma ayakkabı, tavuk götü saç... Dişlerinin arasından yere öyle bir tükürüşü vardı ki, gerçek bir sanat eseriydi bu.
En güzel brek- dansı, elektrik dansını o yapardı. Kızlar da ona bizim gibi hayran değil miydi zaten? Yanlarına biz küçüklerden biri çekilip küçük kulaklara birşeyler fısıldanır, bu yolla Müjdat Abi’ye ilân-ı aşkta bulunulurdu.
Çekme kasetlerin en kalitelileri; en iyi yerli karışık, en iyi yabancı karışık onda bulunurdu. Video- kasetin iyisinden de o anlardı.
O gerçek anlamda bir “ağabey” idi. Küçüklerini her zaman korurdu. Kaledeki çelimsiz kaleciye sert şut çekilmesi taraftarı değildi. Boru savaşlarında en sivri külahı o yapmasına karşın asla iğneli külah kullanmazdı. Su savaşlarında da bizi ıslatmazdı. On liraya kader- kısmet oynatırdı bize.
“Çocuklar bakın buna telsiz derler... Amcam getirdi. Şimdi polis telsizine gireceğiz. Alo... Brek brek...”
“Aaaa!? Hakikaten polis anonsları? Ben de bir kere dokunabilir miyim Müjdat Abi?”
“Gelin çocuklar size çivi maçı oynatayım. Bakın şu bir lirayı karşıdaki iki çivinin arasına sokmaya çalışacaksınız. Acele etmeyin; sırayla, sırayla...”
Közde patates yapılacağı zaman da ateşi hep Müjdat Abi yakardı. Evlere koşup patatesleri getirmek de bize düşerdi. Müjdat Abimiz’e feda olsundu bütün patatesler. İlk közlenenleri de hep bize verirdi o...
Müjdat Abi’nin tasvirini yapmaya gerek var mı? Onun kaşını- gözünü, boyunu- posunu merak eden var mı? Hepimizin mahallesinde bir Müjdat Abi yok muydu? Yaşamımızın bir döneminde hepimizin, az ya da çok, Müjdat Abi’lerle yarenlik etmişliği olmadı mı?
Beni ilk kez sinemaya götüren de Müjdat Abi’ydi. Bir Cüneyt Arkın filmi... O katlanır koltuklara nasıl oturmam gerektiğini de o gösterdi.
Vücut geliştirme aletlerini ben onda tanıdım (o orantılı muhteşem kaslar hepimizin hayaliydi). Okeyi taş çalmadan, namusumla oynamayı ondan öğrendim. Kızları peşimden sürüklemeyi –hiçbir zaman beceremesem de- bana o öğretti.
* * *
İlk önce Müjdat Abiler taşındı gitti mahallemizden. Sonra teker teker diğer komşularımız... Önce yabancılar doldu mahallemize, sonra gürültü; eski binalarımız yıkıldı (hiç gecekondumuz yoktu), yerine yenileri dikildi. Biz hiç de öyle dışa kapalı bir mahalle değildik, ama gelenler bize uyardı, biz gelenlere uymazdık. Sonra o düzen de kalmadı, herkes kendi başına buyruk yaşar oldu. Ne annelerimizin kabul günleri kaldı, ne akşam sohbetleri, ne de topluca gidilen piknikler. Bakkalımızla kasabımız da sonunda tutunamayıp, birleşerek süpermarket haline geldiler; onlar da bizi terkettiler.
‘80’lerde başlayan köşe dönme yarışı bizim mahalleye de sıçradı. Ve hep birlikte gördük ki, acısını bol dokuzlu yıllarda çıkardı. Herkes kendi yolunu bulma telaşı içine düştü. Evini satıp faize koyma, daha ucuz biryerlerde kiraya çıkma gibi oyunlar icat edildi. Belki herkes köşe dönmeye çalışmıyordu, ama herkes, köşe dönücülerden nasıl para saklanacağının hesabını yapıyordu.
O eski arkadaşlar bir bir yok olmuştu. Müjdat Abi bile sır olmuştu. Bir ara kasetçilerde çalıştığını öğrendim, evlilik hazırlığı yaptığını söylediler.
Biz eski komşularımızla başka yerlerde, başka muhitlerde görüşürken, kendi mahallemizde ikâmet etme mücadelesi veriyorduk. Bütün ülkede “daha çok kazanma” mücadelesi sürerken bazı yerlerde de “ayakta kalma” mücadelesi boy gösteriyordu. Mahallemizde bunların her ikisi de vardı. Apaş takımı her yerdeydi: yolda omuz atıyor, gündüzleri elde bira geziniyor, geceleri arabaların üzerine işiyorlardı. Apartman kavgaları ayyuka çıkmıştı. Polis, elinde silah, güpegündüz saldırgan kovalıyordu sokaklarımızda. Biz o mahalleden kaçıp gittiğimizde apartmanımızın iki dairesi genelev olarak kullanılmaya başlamıştı.
Bütün yaşamımızı baştan sona değiştirmeyi kafalarına koymuş olanlar, sonunda bizi mahallemizden de etti. Ama ne gam, şehir dışında bizler için geniş daireli dev bloklardan oluşan siteler de hazırlanmıştı bile. Böylece derli toplu ve sindirilmiş bir biçimde yaşayan konsantre tüketici klonları haline getirilmiştik. Dayanışmacı toplummuş; o dar, sıkıcı mahallelerde dayanışıp n’apıcaktık yani! İşte artık sitelerde birbirimizden habersiz ferah ferah yaşıyor, ihtiyacımız oldukça megamarketlerden alışverişimizi topluca yapıyorduk ne güzel! Hem öyle merkeze yakın olmaya ne gerek vardı? Oraları rantçıların işine daha çok yarardı.
Sonunda herşey değişmişti. Değişmemizi isteyenler bunu başardılar: her birimiz uslu birer tüketiciydik artık... Şehir “sakini” değil, televizyon “izleyicisi” değil, müzik “dinleyicisi” değildik artık; tavlanması gereken “müşteriler” idik hepimiz. Bol dokuzlu yıllarda para için, bol sıfırla yaşamaya alıştırdık kendimizi.
Müjdat Abi’yi gördüm. Parlak ışıklı caddelerden birinin en karanlık ve en tenha saatlerinde yerlere kusuyordu (o saatte neden oralarda dolaştığımı sormayın). Hemen yanına koşup üzerine kusmuk bulaşmış kötü takım elbisesinin beline dolanıp kaldırmaya çalıştım. Ağladığımı, mütemadiyen adını sayıklayıp anlamlı- anlamsız bir sürü soru sorduğumu hatırlıyorum. Yanındaki, Müjdat Abi gibi kötü giyimli adam aval aval yüzüme bakarken o gürledi:
“Yeter ulan, defolun gidin başımdan... Kimsin ulan sen, Harun’un adamı mısın?.. Söyle ona, ayağımın altına almaya gelicem bi gün onu... Dayayacağım şakağıma namussuzum... Eve götür beni Memet...”
Yıllar sonra onu sarhoş görmek de varmış demek. Ağzından başka da tek kelime söz duyamadan çekip gitti. Hep o sert şutları çekerken hayal ettiğim acar topçu Müjdat Abi de demek sonunda golü yemişti...
Kötü bir Türk filmi gibiydi herşey. Ama bir farkla, ben o filmin “kahraman”ı değildim ve filmin mutlu sonla bitmesine ilişkin de hiçbir ümidim yoktu.
Bol dokuzlu yıllara, bir yandan üniversitede okurken, diğer yandan giyim mağazalarında çalışıp para kazanarak girdim. Üniversiteyi bitirdim sonunda (satırlarımdan anlaşılabileceği gibi sosyoloji ve iktisat üzerine okudum). Aradan geçen onca uzun ve çileli yıldan sonra büyük bir giyim mağazasına müdür oldum. Yani düzene yabancılaşmak yerine, ona uyup arada kaynayıp gidenlerden olmayı yeğlemiştim. Sanki Müjdat Abi golü yemişti de, ben atlayıp kurtarmıştım topu.
“Tutunamayanlar” ile “yırtıp kurtulanlar” arasındaki çelişkiyi vurgulayıp “sistemi sorgulamak” değil amacım.
“Bi gün kaçıp gidicem buralardan” sözünü çok söyledim, çok dinledim. Ama sonunda çekip emdiler beni de, burayla bir oldum. Bundan sonra başka yerlerde, bambaşka bir yaşam tarzı içinde ne yapar, nasıl yaşarım? Ben kurağa alıştım, boğulur giderim artık sulak yerlerde... Bu satırları neden yazıyorum? Belki de benim gibi, kardeş tohumlar arıyorumdur.
Eleman almak için gazeteye ilan verdiğim günlerden birinde mağazanın kapısından içeriye iş ilanı için giren kötü takım elbiseli adamı tanıdım. Boynundaki kravat gibi, ıslatılıp taranmış saçları da zoraki duruyordu sanki başında. Eski günlerdeki gibi dik durmaya çalışıyordu. Alışkın olmadığım parlak tıraşlı zavallı yüzüne daha fazla bakamadım ve onun göremeyeceği bir köşeye doğru kaçarken, yanına, kendisiyle ilgilenmesi için yardımcımı gönderdim. Depoda gizlice, hıçkıra hıçkıra ağladım.
Ben doldurduğu forma göz atarken, yardımcım adamın işe yaramaz biri olduğunu söylüyordu. Lise mezunuymuş, dil bilmiyormuş, kalifiye değil ve depoculuk elinden gelirmiş. Garsonluk, kasetçilik ve kantincilik, yaptığı işler... İşte adresi ve telefon numarası... Yardımcım “biz sizi ararız” deyip göndermiş. İlişikteki resmini alıp cüzdanıma koydum. Eleman arayan başka bir arkadaşımı arayıp Müjdat Abi adına kefil oldum. Yardımcımdan, onu arayıp oraya göndermesini istedim ve o titrek el yazısına son bir kez bakıp, formu yırtıp attım.
* * *
Bu satırları neden yazdığımı sormuştum kendi kendime. Belki de işim olmadığı günlerde, kasa başında can sıkıntısından yazmışımdır. Haydi çocuklar gayret, savsaklamak yok, satın birşeyler! Bu hafta ciromuz düşük kaldı, merkezden hesap soracaklar gene... (Bana neden daha çok satmamız gerektiğini soranı kapının önüne koyarım, ona göre.)
* * *
Keşke üniversitede edebiyat mı okusaydım? Bak ne güzel hikâyeler yazıyorum. Bu da bitti, ver elini yeni maceralar...
Ben topu alıp santraya dikmeye koşarken karşı kaleden bağırıyorlardı:
“Kaleden kaleye gol olmaz!”
Alp ÇETİNER
Etiketler:
80'ler,
alamancı,
elvan,
eti puf,
koska şeker,
müjdat abi,
turgut özal
23 Şubat 2006 Perşembe
Renkler
Yüreklerimizin gerçek fatihlerine, şairlere, bir küçük saygı duruşu bu öykü. Yalnızca onlar, renklerle oynamayı ressamlardan daha iyi becerirler.
Lacivert
“sen tutar kendini incecik sevdirirdin
bir umuttun, bir misillemeydin yalnızlığa”
Sen mi benim dizimde yattın ben mi senin?.. Altımızda çimler serindi, hava sıcacıktı. Herhangi bir yaz gecesi için hava fazla aydınlıktı. Beni sıktın, sıktın. Göğüs boşluğuma yerleştin. Uyuyakaldın orada. Seni seyrettim, seyrettim. O geceyi unutmayacağım.
Pembe
Çiçeğin şehveti, sonu değil midir? Bitkinin üreme arsızlığı çiçeğinin sonunu getirmez mi? Ya âşıklar, ya böcekler, ya rüzgâr... Biri mutlaka alır götürür onu. Öyleyse ben.. niye suçlu olayım... O çiçeği katletmiş sayılmam ki. O bilseydi kendi rızasıyla da senin uğruna şehit olmak isterdi. Kendi rengini senin dişiliğinin rengiyle kıyasladığında... evet, bu sonuca varırdı.
Kahverengi
Gölün üzerindeki iskelenin tahta korkuluklarını güvensiz bulup, iki adım ötedeki bana uzanıp sarılan sen... benim güvenilir bir sığınak olduğumu mu düşünüyorsun gerçekten? Hani o parkta gördüğümüz yarık ağaçlar ve içi boşalmış kovuklar da saçma bir güdüyle yağmura karşı güzel bir korunak gibi gelmişti bize. Ama ağaçları o hâle getiren de yağmurlu bir havada düşen yıldırımdı.
Mavi
“başka türlü bir şey benim istediğim
ne ağaca benzer ne de buluta
burası gibi değil gideceğim memleket
denizi ayrı deniz, havası ayrı hava”
Sarı
Yine çok beklettin ve yine, tam önümde duran taksiden vakarla indin. Öyle bakma. Bu bakış affettirir bütün kabahatleri ve unutturur olanları. Oysa ne çok sinirlenmiştim ve de gelsin, görür, demiştim. Ama işte bütün dokunulmazlığınla karşımdasın. Uzanıp öpüyorsun, altın rengi fuların boynuma sürtünüyor.
Kurşunî
Yoksa sen de bu şehrin insanları gibi tarafsız mısın, silik misin? Sen de yoksa yüklü bulutlardan boşanır gibi indirdi indirecek misin? Kalabalığa karışıp sessiz sedasız yitip gidenleri sevmem oysa ben. Güneş görmemiş insanların yüzleri gibi olmasın yüzün derim. O yüzler ki ne siyahtır ne beyaz. O yüzler ki tepkisiz, buz gibi. O yüzler ki rayların rengidir, yani senden dönüşlerin rengi.
Neftî
“Gözlerin gözlerin gözlerin,
sonbaharda öyledir işte kestanelikleri Bursa’nın
ve yaz yağmurundan sonra yapraklar
ve her mevsim ve her saat İstanbul”
Turkuvaz
İçeriye girdiğimde sen tam o köşede duruyordun. Asude, dingin. Buzlu camlardan sızan ışığın çinilere aksi ve her kirişi, sütunu, işlemeyi sindire sindire inceleyen yüzün. Beni farkedip gülümseyişin. Bir heyecanla gördüklerini anlatışın. Verdiğin sarhoşlukla anlamayışım. Yüzüne, saçlarına vuran ışıkla mest oluşum.
Tunç
Hani anlatmıştın ya bir rüya görmüşsün uykuyla uyanıklık arasında, güya rüya görüyormuşsun da rüyan kesafet kazanıp gerçek oluyormuş. Rüya içinde rüya. Bana meydandaki heykeli anımsattı: nesnesi yumuşakmış, kolay şekil alırmış, ama şimdi ne kadar da yıkılmaz, sarsılmaz görünüyor.. Senin rüyaların böyle midir? Onları keskin bir güç ve irade ile gerçekleştirir misin? Sonra onlar sağlamlıkla, sarsılmazlıkla ayakta kalabilir mi? Ve sonunda insanlar ona bakıp diyebilirler mi ki “İşte ‘gerçek’... Rüyaların yapıldığı maddeden!”
Siyah
“Gel karış güzelliğine vücudundan soyun da
Gece ruhlar yıkanır Kalamış’ın koyunda”
Siyahlığın siyah içre görünmemesi gerektir. Gel gör ki karanlık çökünce bir başka parlıyorsun... İşte bu varsayılan bütün kurallara aykırı. Demek ki biz fânîlerin bilgilerinin aksine bambaşka bir ışık kaynağına sahipsin.
Beyaz
“Eylül ferahlığında giderken Çubuklu’ya
Geçmiş, geçen veya gelecek vakti duymadan
Aheste çek kürekleri mehtap uyanmadan”
Düşünür diyor ki, karşıtlar aslında aynı benzerlerdir. Karşıtlıkları arttıkça benzerlikleri de artar. Şu halde kapkara gözlerin nasıl öyle parıldadığını anlamak kolaylaşır ve esmerliğinin yüzümüzü aydınlattığına inanmak zor olmaz.
Erguvânî
“Gün bitti. Ağaçta neş’e söndü.
Yaprak Âteş oldu, kuş da yâkut;
Yaprakla kuşun parıltısından
Havzın suyu erguvâna döndü.”
Soylu başın çok yukarılarda, burun deliklerini göstermeden yürü, derim. Belki peşinden bunca koşturmam yetiştirildiğin âdetlere göre kaba bir davranış ama işte seni kalbinden yakaladım: benden kaçamadın. Onca zaman geçti hâlâ yanımdasın.
Kırmızı
“Körfezdeki durgun suya bir bak göreceksin
Geçmiş gecelerden biri yüzmekte derinde;
Mehtap, iri güller ve senin en güzel aksin
Velhâsıl o rüya duruyor hep yerli yerinde.”
Ben o böceği senden iyi biliyorum. Al renkli bir sıvı kusarmış. Çılgın Araplar böceğe “kirmiz” demişler, kustuğu renge de onun adını vermişler.
Kızıl
“Zannetme ki güldür, ne de lâle
Ateş doludur, tutma yanarsın
Karşında şu gülgûn piyale...”
Hâki
Senin özünün toprak olduğuna nasıl inandırabilirlerdi beni: etinle, kemiğinle... sen ki gözalıcı, güzeldin; vücudunun her köşesi ayrı bir renkle ışıldardı. Ama sonra, lâle de topraktan geldi, dediler. Her rengi ayrı çekici, güzel... Vakti gelince soluyor... Ben kadere inanmam, dedim. Mukadderdir, dediler; topraktan geldin, toprağa döneceksin.
Turuncu
Geldin ve gittin. İkindi güneşi gibiydi, kısa sürdü ama etkiliydi. Duvarda kirli sarı izler bıraktı.
Vazgeçilmez değildin ama unutulmazdın. İhtiyaç duymadım ama arzuladım. Sanki ikindi vaktiydi, şöyle bir vurdun geçtin. Yakmadın ama gözümü aldın. Ne çok aydınlıktı, ne de çok karanlık. Etraf ne çok sessizdi ne de gürültülü. İtidalli yaklaştım, oldukça yakınlaştım, pek fazla başkalaştım. Battığında ıp-ılıktı, yine doğar diye bekledim... ama doğmadı.
“Düşlerim kadar ak
Günbatımı gibi
Gizemli ve sıcak”
Alp Çetiner
Lacivert
“sen tutar kendini incecik sevdirirdin
bir umuttun, bir misillemeydin yalnızlığa”
Sen mi benim dizimde yattın ben mi senin?.. Altımızda çimler serindi, hava sıcacıktı. Herhangi bir yaz gecesi için hava fazla aydınlıktı. Beni sıktın, sıktın. Göğüs boşluğuma yerleştin. Uyuyakaldın orada. Seni seyrettim, seyrettim. O geceyi unutmayacağım.
Pembe
Çiçeğin şehveti, sonu değil midir? Bitkinin üreme arsızlığı çiçeğinin sonunu getirmez mi? Ya âşıklar, ya böcekler, ya rüzgâr... Biri mutlaka alır götürür onu. Öyleyse ben.. niye suçlu olayım... O çiçeği katletmiş sayılmam ki. O bilseydi kendi rızasıyla da senin uğruna şehit olmak isterdi. Kendi rengini senin dişiliğinin rengiyle kıyasladığında... evet, bu sonuca varırdı.
Kahverengi
Gölün üzerindeki iskelenin tahta korkuluklarını güvensiz bulup, iki adım ötedeki bana uzanıp sarılan sen... benim güvenilir bir sığınak olduğumu mu düşünüyorsun gerçekten? Hani o parkta gördüğümüz yarık ağaçlar ve içi boşalmış kovuklar da saçma bir güdüyle yağmura karşı güzel bir korunak gibi gelmişti bize. Ama ağaçları o hâle getiren de yağmurlu bir havada düşen yıldırımdı.
Mavi
“başka türlü bir şey benim istediğim
ne ağaca benzer ne de buluta
burası gibi değil gideceğim memleket
denizi ayrı deniz, havası ayrı hava”
Sarı
Yine çok beklettin ve yine, tam önümde duran taksiden vakarla indin. Öyle bakma. Bu bakış affettirir bütün kabahatleri ve unutturur olanları. Oysa ne çok sinirlenmiştim ve de gelsin, görür, demiştim. Ama işte bütün dokunulmazlığınla karşımdasın. Uzanıp öpüyorsun, altın rengi fuların boynuma sürtünüyor.
Kurşunî
Yoksa sen de bu şehrin insanları gibi tarafsız mısın, silik misin? Sen de yoksa yüklü bulutlardan boşanır gibi indirdi indirecek misin? Kalabalığa karışıp sessiz sedasız yitip gidenleri sevmem oysa ben. Güneş görmemiş insanların yüzleri gibi olmasın yüzün derim. O yüzler ki ne siyahtır ne beyaz. O yüzler ki tepkisiz, buz gibi. O yüzler ki rayların rengidir, yani senden dönüşlerin rengi.
Neftî
“Gözlerin gözlerin gözlerin,
sonbaharda öyledir işte kestanelikleri Bursa’nın
ve yaz yağmurundan sonra yapraklar
ve her mevsim ve her saat İstanbul”
Turkuvaz
İçeriye girdiğimde sen tam o köşede duruyordun. Asude, dingin. Buzlu camlardan sızan ışığın çinilere aksi ve her kirişi, sütunu, işlemeyi sindire sindire inceleyen yüzün. Beni farkedip gülümseyişin. Bir heyecanla gördüklerini anlatışın. Verdiğin sarhoşlukla anlamayışım. Yüzüne, saçlarına vuran ışıkla mest oluşum.
Tunç
Hani anlatmıştın ya bir rüya görmüşsün uykuyla uyanıklık arasında, güya rüya görüyormuşsun da rüyan kesafet kazanıp gerçek oluyormuş. Rüya içinde rüya. Bana meydandaki heykeli anımsattı: nesnesi yumuşakmış, kolay şekil alırmış, ama şimdi ne kadar da yıkılmaz, sarsılmaz görünüyor.. Senin rüyaların böyle midir? Onları keskin bir güç ve irade ile gerçekleştirir misin? Sonra onlar sağlamlıkla, sarsılmazlıkla ayakta kalabilir mi? Ve sonunda insanlar ona bakıp diyebilirler mi ki “İşte ‘gerçek’... Rüyaların yapıldığı maddeden!”
Siyah
“Gel karış güzelliğine vücudundan soyun da
Gece ruhlar yıkanır Kalamış’ın koyunda”
Siyahlığın siyah içre görünmemesi gerektir. Gel gör ki karanlık çökünce bir başka parlıyorsun... İşte bu varsayılan bütün kurallara aykırı. Demek ki biz fânîlerin bilgilerinin aksine bambaşka bir ışık kaynağına sahipsin.
Beyaz
“Eylül ferahlığında giderken Çubuklu’ya
Geçmiş, geçen veya gelecek vakti duymadan
Aheste çek kürekleri mehtap uyanmadan”
Düşünür diyor ki, karşıtlar aslında aynı benzerlerdir. Karşıtlıkları arttıkça benzerlikleri de artar. Şu halde kapkara gözlerin nasıl öyle parıldadığını anlamak kolaylaşır ve esmerliğinin yüzümüzü aydınlattığına inanmak zor olmaz.
Erguvânî
“Gün bitti. Ağaçta neş’e söndü.
Yaprak Âteş oldu, kuş da yâkut;
Yaprakla kuşun parıltısından
Havzın suyu erguvâna döndü.”
Soylu başın çok yukarılarda, burun deliklerini göstermeden yürü, derim. Belki peşinden bunca koşturmam yetiştirildiğin âdetlere göre kaba bir davranış ama işte seni kalbinden yakaladım: benden kaçamadın. Onca zaman geçti hâlâ yanımdasın.
Kırmızı
“Körfezdeki durgun suya bir bak göreceksin
Geçmiş gecelerden biri yüzmekte derinde;
Mehtap, iri güller ve senin en güzel aksin
Velhâsıl o rüya duruyor hep yerli yerinde.”
Ben o böceği senden iyi biliyorum. Al renkli bir sıvı kusarmış. Çılgın Araplar böceğe “kirmiz” demişler, kustuğu renge de onun adını vermişler.
Kızıl
“Zannetme ki güldür, ne de lâle
Ateş doludur, tutma yanarsın
Karşında şu gülgûn piyale...”
Hâki
Senin özünün toprak olduğuna nasıl inandırabilirlerdi beni: etinle, kemiğinle... sen ki gözalıcı, güzeldin; vücudunun her köşesi ayrı bir renkle ışıldardı. Ama sonra, lâle de topraktan geldi, dediler. Her rengi ayrı çekici, güzel... Vakti gelince soluyor... Ben kadere inanmam, dedim. Mukadderdir, dediler; topraktan geldin, toprağa döneceksin.
Turuncu
Geldin ve gittin. İkindi güneşi gibiydi, kısa sürdü ama etkiliydi. Duvarda kirli sarı izler bıraktı.
Vazgeçilmez değildin ama unutulmazdın. İhtiyaç duymadım ama arzuladım. Sanki ikindi vaktiydi, şöyle bir vurdun geçtin. Yakmadın ama gözümü aldın. Ne çok aydınlıktı, ne de çok karanlık. Etraf ne çok sessizdi ne de gürültülü. İtidalli yaklaştım, oldukça yakınlaştım, pek fazla başkalaştım. Battığında ıp-ılıktı, yine doğar diye bekledim... ama doğmadı.
“Düşlerim kadar ak
Günbatımı gibi
Gizemli ve sıcak”
Alp Çetiner
2 Şubat 2006 Perşembe
Hayat Ağacı'ndan...
........
Hava güneşli veya güneşsiz olabilir, rüzgârlı veya sakin, gökyüzü bulutlu veya açık, aydınlık veya karanlık, toprak nemli veya kuru, ılık veya soğuk, yanımızda başka birileri var veya yok... BİRLİKTEYİZ ve YAŞIYORUZ biz. Ayrı ayrı birer DEĞERiz. Birgün belki ayırı düşeriz. Bu birlikteliğimizi bozar mı.. bozmaz.
Ben senin babanım ve senden bir şey istemeye hakkım var: SANA RAĞMEN yaşamaya çalışanlara SENİNLE BİRLİKTE yaşamayı öğret.
Alp Çetiner
Hava güneşli veya güneşsiz olabilir, rüzgârlı veya sakin, gökyüzü bulutlu veya açık, aydınlık veya karanlık, toprak nemli veya kuru, ılık veya soğuk, yanımızda başka birileri var veya yok... BİRLİKTEYİZ ve YAŞIYORUZ biz. Ayrı ayrı birer DEĞERiz. Birgün belki ayırı düşeriz. Bu birlikteliğimizi bozar mı.. bozmaz.
Ben senin babanım ve senden bir şey istemeye hakkım var: SANA RAĞMEN yaşamaya çalışanlara SENİNLE BİRLİKTE yaşamayı öğret.
Alp Çetiner
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)