28.2.11

Yanlış Numara

Iletisim merkezine kos
Su her tarafa sınırsız bedava telefon kampanyaları her kimin aklından çıktıysa, o adamın yatacak yeri  yok. Söyleyecek çok mühim şeyleri var gibi herkes car car car durmaksızın yılmazsızın telefonla konuşuyor. Hepi topu « Ben şu an kabak kalyesi yiyorum sen napıyorsun » demek  için harcanan uydu kapasitesine yazık günah. Sanki hayata dair ekleyecek süper önemli gözlemlerimiz var ve hemen o an
biriyle paylaşmazsak uzay boşluğunda heba olacak canım gözlemler. Bir de car car kampanyamızdan
yararlanın, kredi kartınızı yenileyin telefonları.
Teker teker gelin ulan !


Afrika’da böyle ticari telefon dertlerimiz yoktu. Kimsede kolay kolay kontör de olmadığı için car car kafa ütülenmesi derdimiz de yoktu. Hayat güllük gülistanlık mıydı derseniz tabii ki değildi. Oradaki iletişim dertleri de şöyleydi. Operatörler şahane bir satış fikri bulmuşlar, 2 ayrı operatörden birbirini aramak mümkün değil. Onun için insanlar kaç operatör varsa o kadar telefon taşıyorlar başka
operatörden hattı olan arkadaşlarını arayabilmek için. Önden gidip yerleşme hazırlıklarını yaparken “D” kendine ayrı bana ayrı operatörden hat almıştı –sanırım mesai saatlerinde aramiyim diye şark kurnazlığı yapmak istedi ama yavlum benim düşer miyim ben bu tuzaklara-. Ayrıca acil durumlarda arayabilmek için napıcaz bir de aynı operatörden telefonu olan boyfriend mi edinelim yani? Isaac (onunla ileride tanışacaksınız şoförümüzdü Gana’da) ve ben hemen cin fikir ürettik, 2 sim kartı kesip 2 çipli bir sim kart yapabilen bir adam bulduk. Fransızların dediği gibi voila iyi bir fikir.
Gelişmeye geriden başlamış tüm ülkeler gibi Gana’da da temel teknolojiler atlanıp en yenilerine geçiliyordu. Onun için de kimsenin evinde ev telefonu yok ama evinde yemeği olmayan herkesin elinde en teknolojiğinden cep telefonları. Zaten kıytırık toplasan 3 eve ancak yetecek kadar internet kapasitesi var ama herkes bir hırs cepten internete bağlanmaya çalışıyor. Neyse telefonlar cirlop ama kontör yok kimsede dediğim gibi. Bu kontör alışverişi hayırlı işlere de vesile oldu. Bana kontör ala ala ilk şoförümüz Alfred (feci gırgır ve de cin gibi bir çocuktur onunla da tanışacaksınız ilerleyen postlarda) şimdi ki karısıyla tanıştı.
Bu kontörsüzlük problemini şöyle çözmüş Ganalılar (her problemin bir çözümü var tabii ki Afrika’da) kontörü olmayan kişi aradığı kişiyi 1 kere çaldırıp kapatıyor (bu sınırsız vıdı vıdı kampanyaları çıkmadan once cimri amcalar birbirlerine bu numarayı çekiyordu ya o hesap işte) ama Gana’da bu olay ciddi bir protokol adı da “flashing”. “I flash you” diyorlar birbirlerine. Gana’ya yeni gelip de bunu ilk defa duyan Amerikalılar gözlerini kocaman kocaman açıp ilk uçakla ülkelerine dönmek istiyorlar tabii – Amerikalıların böyle naïf şaşırabilme halleri var biliyorsunuz. Cünkü Afrika Ingilizcesi
olmayan gerçek ingilizcede flashing biryerlerini açıp göstermek şeklinde bir taciz biçimi. Hani Benny Hill show’da falan olurdu ya pardesülerini gelene geçene açan adamlar ondan işte (yaş aralığımızı açık ettik Benny Hill demekle di mi?)
Neyse yalnız bu flashing protokolünde bazı pürüzler var. Söyle ki eğer aranan kişinin de kontörü yoksa ve arayanı geri arayamıyorsa veya aranan kişi telini harbiden duymuyorsa arayan kişi bu ihtimalleri düsünmeden organ mafyasının eline düsmüs de böbreğini çalıyorlarmış gibi ciyak ciyak teli çaldırmaya devam ediyor. Ve inanın sabırlarının limiti yok 5 saat boyunca o telefon çaldırılabilir. Bir noktada telinize bir bakıyorsunuz ki 785 cevapsız arama.
Bu arada operatör karmaşası ya da telefon borcu vs yüzünden herkes sürekli tel numarasını da değiştiriyor. Karşı tarafın telinin değiştiğini bilmeyen flasher numaranın yeni sahibini 789 kere çaldırıyor tabii bu durumda. Anlat derdini anlatabilirsen.
Bir defasında belli ki kocasını başka bir kadına kaptıran çok kızgın bir teyze benim numarama düştü. Problem şu ki kızgın teyzenin kontörü yok ama öbür kadının ağzını yüzünü telefon yoluyla dağıtmak istiyor ve de numaranın yanlış olduğunu bilmiyor. Benim telefon zar zar çalıyor kapanıyor ben geri arıyorum daha alo kimsiniz demeden teyze bana saydırmaya başlıyor “ben var ya ben senin saçını başını yolarım, etlerini de yolarım hatta, kolunu kopartır kulagına takarım” diye ben daha bir dakika yanlış numara diyemeden teyze teli kapatıyor. 10 dakika sonra hırsı yine kabarınca bir daha çaldırıyor. Aramazsam sabaha kadar çaldıracak biliyorum onun için mecburen arıyorum ben daha “aaaaaama” diyemeden teyze yine başlıyor “sana büyü yaptırdım cadı o saçların tutam tutam dökülecek, her tarafın selülit olacak, bir anda 20 kilo kaybedip çirkin fareye döneceksin” diye. Ulen umarım büyüyü telefon nosu bazlı yaptırmamıştır ya da büyünün sadece kilo kısmı tutsa fena olmaz aslında bir anda 20 kilo zahmetsiz. Bu kendi paranla tehdit- hakaret-azar ortaya karısık durum bir 2,5 saat kadar sürdü sonunda kocasını elinden alan cadının ben olmadığıma inandırmak için mesaj attım bir de en gülümseyen halimle resmimi gönderdim. Bu sefer de özür dilemek için flash etmeye başladı abla. Büyüyü de bozduruyorum endişe etme dedi sağolasın dedim kısmi bozsaydık kilo kısmı kalsa da olurdu.
Yani şimdi düsündüm de telefonda kredi kartı satan müşteri temsilcileri mi yoksa büyü yaptıran kızgın
teyzeler mi derseniz, seçemedim bir an yahu.

25.2.11

Kızarmış Baharatlı Muzlar


Gözümün önünde kızarmış baharatlı muzlar dansederek uyandım bu sabah. O ne derseniz, o adı kelewele olan bir Gana yemeği.  Tam olarak muz değil aslında muz ailesinden gelen plaintain’den yapılıyor, küçük karelere kesiyorlar baharatlara bulayıp bol yağda kızartıyorlar. Tarif isteyen olursa mail atsın hemen yazarım. Tabii ki hafif rejim yemeği değil ama zaten o dediğinizden Afrika’da bulunmuyor.

Afrika’ya giderken her Türk gibi “eyvah ne yiycem patlıcan var mıdır acaba orda” derdine düştüm diyemem çünkü ben herşeyi yerim hiç de gözünün yaşına bakmam. Hatta pislik sokak köftesi, lahmacunu olsun daha da istahla yerim. Yine de tabii ilk birkaç Afrika restaurant denemesi hazin bitti ne yediğimizden hiçbirşey anlamadık, mikropları viskiyle öldürme yöntemine başvurduk ki en cillop yöntemdir bence, karnımızı yer fıstığıyla doyurduk mecburen vs. O amatör günlerimde “D”nin
etkisi altında kalıp “iyk afrika yemekleri çok iğrenç” falan da dedim itiraf ediyorum. “D” yemek konusunda tutucudur. Avrupalı kafası tabii mantıya nasıl yoğurt döküp yediğimizi anlamadığı için mantı sevmez düşünün durumun vehametini. Ama mücver çok sever bak mesela bir de sigara böreği bir de anneannemin poğaçası kızmayın yani yoğurtsuz bütün Türk yemeklerini sever. Neyse lafı dağıttık toplayalım.
Fakat ne zaman ki spor salonumda Ganalı arkadaşlar edindim gözlerim açıldı, hayatın ve Gana mutfağının gerçekleriyle tanıştım arkadaşlar. Meğer Gana yemeklerinin de evde yapılanını yemek gerekiyormuş, evde yapılmayanları bir halta benzemiyormuş (sokak köftesini tenzi ederim). Tabii arkadaşlarım ugradıgım mutasyonla içimden nasıl bir canavar çıktığını görünce sonradan pişman oldular ama artık çok geçti. Haftada bir arsız kedi gibi “sizin evde bugün ne yemek var”diye arkadaşlarıma yapıştım sonra da abartıp da kendi kendime artık utanman gerek insan kişisi dediğim zamanlarda da Vida’ya yaptırdım. Otur öğren kendin yap derseniz de kolaysa siz yapın tamam mı?
Gana yemekleri çok uzun sure pişiriliyor ve de çok incik cıncık kesmek doğramak malzeme karıştırmak gerektiriyor. Ve de çok acı oluyor ama gözünden burnundan ateşler fışkırıyor yerken ama öyle böyle çin işkencesi çeke çeke yiyor insan yine de.
Işin tuhaf tarafı biz en güzel sushileri, en yumuşacık etleri de Afrika’da yedik. Et konusunda bazı şüphelerim var yine de. O etler neden hep restaurantlarda yumuşacık da evde pişirince beton dökmüş gibi. Gana’da bir Mısırlı kasabım vardı adı Ibrahim. Mısırlı kasaptan et alınır mıymış demeyin arkadaşlar Accra’nın en temiz kasabı Ibrahimdir. Üstelik her gidişimizde gazoz da ikram ediyordu. Ve de Ibrahim’e yapacağım yemeğin resmini gösteriyordum o da bana ona göre et veriyordu. Ama onun etleri bile kazık gibiydi. Hayvancıkların besleneceği ot, bağ, bahçe yok napsın gariplerim. “Dana
bu dana hımmmm süt danası çok super
” diye bize kedi eti falan yedirmiş olabilirler Hint restaurantında. Hayatta bazı şeyleri bilmemek daha iyi sanırım.
Bir de tabii ev yemeklerinin bir diğer avantajı hijyen meselesi ki Afrika’da yaşayınca hijyen meselesi hayat memat meselesi. Uğur Dündar gelse mesleği bırakır inzivaya çekilirdi üzüntüden öyle söyliyim. Onun için restaurantların mutfak kısmını da görmemek yemek yiyebilmek için çok isabetli bir hareket. Yalnız 5 senede hiçbir restaurantta hastalanmadık ama 2 defa ev misafirliğinde hem de çok titiz
arkadaslarımızın evinde öyle hastalandık ki kolera olduk sandık onun için elalemin mutfağına da çamur atmıyim.
Neyse ben Afrika mahallesine gidip plaintain aramaya karar verdim kendime kelewele yapmak için. Size iyi haftasonlar.
Plaintain'in pismemis hali

23.2.11

Fransız mı Türk'ten Türk mü Fransız'dan?


Bazı metro istasyonlarına kılım. République mesela, 5 hat birden geçiyor bu istasyondan. Onun için de sürekli bir kalabalık, bir itiş kakış. Ben ne zaman bu istasyonda aktarma yapsam binmem gereken metroya binemiyorum. O kadar kalabalık ki ayaklarım yerden kesik, omuzlarımdan 4 kişinin arasında asılı olarak sürüklenerek artık kalabalık hangi metroya gidiyorsa ben de oraya. Ama ama ben 8 numaraya gidiyordum evim orada benim. Yok dalgalanarak hareket eden kalabalıktan sıvışarak kurtulmanın imkanı yok. Mecburen 3 numaraya bineceksin, olmadı 5. Bu sabah da tek metroyla gideceğim yere 3 metro değiştirip gidebildim bu yüzden.
Işte bu mecburi metro seyahatlerini napıyim bari gündemden haberimiz olsun diye metro gazetelerini toplaya toplaya bitiriyorum.
Simdi burada son birkaç haftadır gündemde üzücü bir haber var. 18 yaşında genç bir kız daha önce defalarca (11 mi 13 mü öyle bir rakam) tecavüz suçundan hapse girip çıkan bir hayvanat tarafından tecavüz edilip öldürüldü sonra da cesedi parçalara bölünüp atıldı. Polis bu sapığı cinayetten hemen sonra şıp diye buldu. Fakat işin daha da korkutucu kısmı, hapisten şartlı salıverilen bu caninin polise düzenli olarak kendini göstermesi gerekirken bunu yapmadığı halde kimse adamı ne aramış ne sormuş, bu arada da hakkında kendi abisi, abisinin eşi, kendi kızarkadaşı aynı dönemlerde şiddet, dayak, taciz yüzünden polise şikayette bulunmuş. Polis ne yapmış ? Yaşadığı yeri bize bildirmesi gerekiyordu bildirmediği için nerede olduğunu bilmiyoruz demiş. Bütün bu şikayetçilerin dava açmak isteyip istemediklerini sormuş, dava açmayınca da hadi canım o zaman size kolay gelsin iyi günlerrrr demiş.
Bütün bunların ardından bu manyağın gencecik bir kızı vahşice öldürdüğü ortaya çıkınca ve de polis aynı gün içinde şıp diye adamı bulunca Sarkozy de çıkıp bu işte ciddi ihmal var, ihmalleri olanlar cezalandırılacak dedi.
Sarkozy’i sevmem ayrı, olayı 2012seçimleri öncesi oya çevirmek istiyor o da ayrı da adamın dediği doğru yahu çok ağır ihmal var hem de. Peki bunun üstüne ülkedeki bütün hakimler, yargıçlar,
savcılar, polisler bir olup ne dedi? « vay efendim sen bize işinizi iyi yapmıyorsunuz dedin biz 10 numara yapıyoruz işimizi o zaman hadi grev yapalım gör gününü ». E abicim yapmamışsınız işte işinizi. Bundan ala örnek mi var? Bir de üstüne grev, iyi valla. Adam çıkmış önce ailesinden başlamış herkesi dövmüş, sonunda da masum birine tecavüz etmiş yetmemiş kızı öldürmüş o da yetmemiş bir de kesmiş. Siz de elimizde adresi yok diye oturmuşsunuz işte öncelikli baska dosyalar vardı diyorlar. Öncelikli dosya derken??? Seri katil falan var firarda da bizim mi haberimiz yok? Bilelim de ona göre evimizden çıkmayalım yani. Biri de çıkıp evet hakikaten ihmalimiz var çok üzgünüz desin. Neden böyle seyler sadece Japonya'da olabiliyor acaba?
Buradan hareketle diyorum ki Fransızlar da Türklerden geliyor olabilir mi ? Cünkü bu olay bana baştan sona bütün meslek gruplarının gururdan her lafı tersten anlayıp sağa sola saldırdığı ama konu iş yapmaya gelince gururun ilk delikten tatile kaçtığı yalnız ve hüzünlü ülkemi hatırlattı. Chirac hepimiz Bizans’ın çocuklarıyız demişti de ortalık ayağa kalkmıştı ya hani, adam aslında başka birşey söylemeye çalışıyormus galiba ya, hepimiz aynı mokun soyuyuz demek istiyormuş bence.
Tabii arada ufak tefek detaylar var, yok değil. En azından burada kimse kimseye “su testisi su yolunda kırıldı”, “dekolte giymeseymiş o da”, “koskoca kız tecavüz edileceğini farketmemiş mi” falan demiyor. Durun yahu yoksa Avrupa medeniyeti dedikleri şey bu aradaki ufak farklar mı?

21.2.11

Insan Faktörü...Vida ve Kizlar

Emilia annesinin tek elle kaldirdigi kanapede
Vida aradı. Onun kim olduğunu unutanlar/bilmeyenler şuradan okusun. http://extrabagaj.blogspot.com/2011/01/gunes-tutulmas-m-tanrnn-ofkesi-mi.html Biz taşındık taşınalı Vida yeni patronlardan çok mutsuz. Birgün geri döneceğiz zannediyor anlatamıyoruz. Vida’nın okuma yazması çok kıt. Gana’nın
resmi dili Ingilizce ama ülkedeki 56 yerel dil de günlük hayatta konuşuluyor. Vida’nın konuştuğu dil Twi. Ülkenin başlıca dili. Ingilizce sömürge yıllarından kaldığı için Ingilizce Vida ve benzerleri için yabancı dil. Dolayısıyla da sohbetlerimiz hem telefonda hem de yüzyüze  1 kelime 1 işlem hızında genelde. Örnek ver derseniz:


V : madame knnjdfnvjp buzdolabının kapısı n^pon^n,
junnnfhjbb


P : anlamadım buzdolabının kapısı ne ?

V : evet lütfen buzdolabının kapısı
P : ben de birtek o 2 kelimeyi anladım zaten de ne olmuş
buzdolabının kapısına


V : kapısı lütfen (çok da kibardır)
P : anladım kapı ama ne ?

V : hgnkn,gr^pc njhnpjb hnpjunl kapısı
Bu noktada dialog dar alana sıkışıp kaldığı için buzdolabının kapısına ne olmuş olabilir düşünmeye başlıyorum.

P : buzdolabının kapısını kırmış olabilir misin Vida ????

Bu formülü bir de telefonda hayal edin. Tadından yenmiyor. Alooooo Nijerya cızırtı yapma çekil aradan alooooooo
Yalnız Pazar günleri oxford ingilizcesiyle smsler gönderiyor çünkü kilisede papazına yazdırıyor sms’i okuyunca insana bir önünü ilikleme hissiyatı geliyor. Bir nirvana durumu var smslerde. Halleluja.

Neyse telefonda yeni patronlardan şikayet etti yine bir de çocuklarından büyük olanın kulağının çekilmesi lazımmış onu rica etti. Ben de eli cetvelli ilkokul mürebbiyesiyim ya çok pis korkuturum sebil sübyanı. Beni evimizin köpeği bile ciddiye almıyordu be (hoş şimdi düşününce bizim köpek
kimseyi ciddiye almıyordu serserinin içine gremlin kaçmıstı o da ayrı).
Biz Gana’dan taşınırken Vida hamileydi. Benim yine uzuuuun Istanbul seyahatlerimin birinden dönüşte Vida ağlayarak boynuma sarıldı ve « ben çok kötü birşey yaptım lütfen beni kovma Madame » diye ağlıyor. Genelde benim Istanbul dönüşlerimde beni « ayyyy Madame çok şişkosunuz ne güzellll » diye karşılar çünkü. Sişko olmak Afrika’da çok makbul birşey ya bana iltifat ediyor. Beni de besiye çekmiş tabii annem , anneannem, teyzem üçlü mafya. Gelir gelmez çat diye insanın suratına böyle vurulur mu yahu. Neyse baktım şişko kısmını atladık direkt ağlıyoruz, dedim mutlaka birşeyler kırdı çünkü bileğine kuvvet ufak tefek ama çok kuvvetlidir. (bkz buzdolabı kapısında ilk akla gelen teori) Bulaşık yıkarken çat çat bardakları kırar suyun altında. Elektrik süpürgesi tutarken bir eliyle süpürgeyi tutar öbür eliyle salondaki 3’lü koca koltuğu kaldırır altını süpürür böyle bir boyuyla orantısız kuvveti var.

Tamam kovmuyorum hatta üstüne zam veriyorum dedim yemin ettim. Meğer çok kötü birşey yaptım dediği şuymuş, hamile kalmış ama sadece tek çocuğu olsun istiyordu çünkü onu en iyi şartlarda eğitmek istiyordu şimdi 2.ye hamile kalmış tabii rahibi de aldıramazsın günah demiş işini kaybeder diye korkuyormuş. Deli misin ayol dedim kovar mıyız hiç seni böyle bir sebepten hatta sana temizlikçi kadın tutarız üstüne. Neyse hamileliği ilerledi bizimkinin, yorulmasın diye 2.bir yardımcı tuttuk o da supervisor rolünde yeni kadına kök söktürüyor. Birgün yine bir cin fikirle geldi yanıma. « Ben düşündüm taşındım siz birgün buradan taşınacaksınız ben de bu çocuğa ne yaparsam yapayım sizin imkanlarınızı sunamam giderken benim çocuğumu alın beni tanımaz annesi diye seni bilir » dedi. (süper proje de minik detay renk farkımızı nasıl anlatacağız çocuğa). Neyse bu zihni sinir proce bana bir dokun tam da öğle yemeği öncesi « D » eve geldi iki kadın karşı karşıya geçmiş böğürerek ağlıyor. Dünyası şaştı çocuğun geri geri kaçmak için de çok geç girmis bir kere kapıdan içeri. Neyse sonra bögürmeden nefes alabilir hale gelince anlattım tabii bunun hiç de parlak bir fikir olmadığını, insanın elinden bebeğini alıp gidemeyeceğimizi bunu yapsa yapsa Madonna’nın yapacağını. Ikna ettim, 2 çocuğun eğitimini karşılamaya söz verdim o da ne olursa olsun her ikisini de okutmaya bana söz verdi. Sonra bu çocuk kız doğdu biz çoktan Paris’e taşınmıştık ve Vida minik bebeğe benim adımı verdi.

Işte onun için böyle arada bir arıyor çocukların ders konusunda azarlanması gerekiyorsa telefonu bana veriyor veletler benden kalayı yiyor sonra da Vida cırtlak sesiyle yeni patronlardan şikayet ediyor. Pazar Pazar çok güldükte telefonda karşılıklı cırtlak sesle birbirimizi anlamaya çalışırken onun için bu yazıyı Vida ve minik versiyonlarına ayırdım. Yoksa aslında ben size başka birşey anlatacaktım. Neyse onu da ayrıca okursunuz di mi?

19.2.11

Masaj ve Mesaj

Huzur oteli bu iste
Hediye ve sürprizlere bayılıyorum. Hediye almam için bahane olsun Budha’nın doğumgünü, nesli tükenen kırkayak günü, güney Sudan’ın bağımsızlığı falan hepsini kutlayabilirim ayırım gütmem.Işte onun için mecburen aslında gereksiz olan sevgililier gününü de kutlamam gerekiyor. Bu sene « D »ye « Tayland masajı » hediye ettim. Tabii ona ederken kendime de ettim o masaj yaptıracak ben de şuursuz şuursuz evde oturacak değilim. Işte az önce o masajdan döndük ayıptır söylemesi, oh be iliklerime kadar mayıştım.
« D » ve benim Asyayla ilgili bir karın ağrımız var. Tanıştığımızdan beri Asya’da yaşamak istiyoruz. Önce o asyaya tayin istemiş kendini Istanbul’da bulmuş (iyi olmuş tabii böylece tanıştık)ondan sonra yola beraber devam etmeye karar verdiğimizde sürekli « biz asyaya gidecektik hani söz vermiştiniz » diye girişimlerde bulunduk. Her girişimin sonunda Asya’dan daha alakasız yerlerde bulduk kendimizi. En son Gana’da yaşarken secret yapalım bari dedik. Evin en sevdiğimiz köşesine (ki bizim için bu buzdolabının kapağı oluyor !) kocaman bir Asya haritası astık. Gelip geçip karşısında ommmm yapıp evrene enerji gönderiyoruz. Evren bizi tersten anlamaya niyetli ya buzdolabı ile Paris arasında bir ilişki kurdu kendimizi Paris’te bulduk. Hayır yani şikayet edecek değilim evreni de kızdırmayalım Eritre falan çıkar kutumuzdan neme lazım.
Bali balikçi tekneleri

Neyse madem dedik bizim hayal mantar o zaman biz de her fırsatta Asya’ya tatile gideriz madem. Cidden de çok seviyoruz fırt fırt da gidiyoruz. Bu fırt fırtlardan geçen yazın payına Bali düşmüştü. Bali’de kaldığımız otel huzurun dibine vurmuş. Sabah yoganı yapıyorsun ki –ilk derste sınıftan kovulduk gülme krizine girip sınıfın huzurunu kaçırdığımız için- sonra yeşil çaylarını içip masajlarını yaptırıyorsun, sonra otelin organik bahçesinden bio yemekler yiyorsun, TV falan da yok bahçene gelen maymunlarla paylaşa paylaşa meyvelerini yiyorsun falan. Bu kadar huzur içimize emekli komşu teyze ruhu kaçırdı, bütün aktivitelere katılmaya başladık. « Early bird walk » diye bir aktivite gördük örneğin ben sandım ki early bird derken erkek kalkanları kastediyorlar meğer bildiğin kuş izleme turuymuş, rehber « aaaa bakın bilmemne kuşu sadece bu adada vardır çok nadirdir » diyor ben sağa bakıyorum « D » sola bakıyor. Rehber bizden nefret etti zaten tur da benim 45 dakika sonra pirinç tarlalarına düşmemle sonlandı, dizime kadar çamura battım.
çocuk heryerde çocuk nerde çamur var içine atlamislar

Baktık aktiveler arasında önemli bir « geleneksel doktor » var. Dedik burdan bize ne malzeme çıkar. Biz akıllı bilimsel insanlarız ya şarlatan doktoru konuşturup dalgamızı geçeceğiz böyle hain planlarla yazıldık aktiviteye. Hani şu « ye iç dua et » filmi vardı ya Julia Roberts’ın işte ordaki gibi bir amca geleneksel doktor. Dişleri yok, beli bükülmüş, sigara içiyor içiyor öksürük nöbetine tutuluyor falan. Biz de « ahahaha kelin merhemi olsa başına sürer » diye terbiyesizlik yapıyoruz. Bu arada bizden önce gelmiş insanların teşhislerini seyrediyoruz, adamlar hiç bilmedikleri hastalıklarını keşfediyor ağlaya ağlaya çıkıyorlar falan biz onlarla da kafa buluyoruz. Ot mot veriyor yaşlı amca bunlara « dikkat et gümrükte yakalanma » diye böyle kötü esprilerin dibine vurmuşuz çok eğleniyoruz. Bir de amcanın stajyerleri var yeşil ojeli bir Japon ve içine Budha kaçmış bir Alman bir de Hollandali. Bizden nefret etti tabii yine herkes. Neyse sıra bize geldi. Ben böyle mayo üstü pareo kat kat giyiniğim. Amca beni oturttu karşısına ve şak diye 2 parmağını kıyafetlerimden görmesine imkan olmayan ameliyat izlerimin üstüne koyup neden ameliyat olduğumu anlatmaya başladı sonra da smart phone’undan internete bağlanıp bana işin tıbbi kısmını da anlattı biz tabii salak salak gülerken birden kamyon çarpmışa döndük sesimiz soluğumuz kesildi. Sonra da « D »nin sırası gelince onun göz rahatsızlığını ve tedavisini anlattı (« D » gözlük falan takmıyor yani attım tuttu olamaz olay). Meğer yeşil ojeli ve Budha da ülkelerinde tıp doktoruymuş ve tedavide psikolojinin etkisi konulu araştırma için bizim dişsiz amcayı gözlemliyorlarmış. Özür dileyecek yüzümüz olsa yapardık da valla utancımızdan kaçarak uzaklaştık.
içine düstügüm pirinç tarlasi

Neyse masaj bunu hatırlattı da size de anlatayım dedim. Buzdolabı kapağı secret’ını da uzakdoğu masajı ile değiştirdik bu arada. Hiç olmazsa evren anlamazsa da biz gevşemiş oluruz bir işe yarar. Yalnız bu Tayland’lı kızlar masaj yaparken bazen kendi aralarında Taylandca konuşup gülüyorlar ya insana sinir basıyor benim dedikodumu mu yapıyorlar acaba diye. Yapmasınlar öyle. Bir de kafanız masaj yatağında kafa konucak delikli baş kısmındayken « Madame bu basınç iyi mi » falan diyorlar ya insanın kafası o delikte ve de ağzı yüzü ayrı taraflara çekilmişken ağzından « hebele lüplek » gibi anlamsız sesler çıkıyor soru da sormasınlar bence. Bir de masaj yaptırırken bunları düsünecegine gözünü kapatıp uyusuna diyebilirsiniz. Ne diyim siz de haklısınız.
  
fazla yananlar için salatalik ve buz banyosu (mesela snorkel yaparken t-shirt giymeyi unutan kekler varsa -ki farkindaysaniz isim vermiyorum)

otelin spa'si

otelin havuzu

17.2.11

Aman Geç Kalma Erken Gel

Bende biraz obsesif kompulsiflik var dediydim ya daha ilkokul yaşımdan itibaren her yere 10 dakika erken giderim (burada size iyimser bir süre verdim beni ruh hastası sanmayın diye yoksa bildiğiniz 45 dakika erken gidiyorum her yere). Ve tabii bunun doğal sonucu olarak ömrüm rahat arkadaşlarımı beklemekle geçiyor. Rahat insanlara gıcık oluyorum anladınız mı? Hepiniz de beni bulup arkadaş oluyorsunuz, komplo teorisi misiniz nesiniz beni çıldırtmak için? Ömrüm tükendi diyorum ya ömrüm sizi bekleye bekleye. (ve içimden bir canavar çıkar)
Bunun için Isviçre benim için cennetti. Zaten buraya yazıp durdukça kendimi sorgular oldum neden Isviçre’den taşınmışız ki biz, tam benim doğal yaşama alanımmış halbuki. Isviçre’de saat 15’te buluşulacaksa saat tam 15 :00 da herkes orada hatta eğer  5 Haziran 2012 saat 15 :00 dediysek yine herkes orada. Gitmeden önce manyak gibi unutucaklarından emin olduğunuz zuzaylı arkadaşlarınızı aramanız, hatırlatmalar göndermeniz falan gerekmiyor. O tarihten önce 5 yıldır o insanlarla görüşmüyor da olsanız o tarihte herkes orada. Bizde gelecek hafta için bile plan yapamayız. « Haftaya Perşembe kesin buluşuyoruz o zaman süper bebisim tamam » denilir, haftaya Perşembe olur zaten görüşme saati de ve yeri de kararlaştırılmamıştır da oldu da kararlaştırıldıysa da 1 saat önce kimse kimseyi aramamışsa kimse o görüşmeye gitmez. Sonra da « aaaa ama bak haftaya artık kesin görüşüyoruz çok özledim cicim » özlediysen görüşsene be ne boşuna vırvır yapıyorsun. (bugün biraz asabiyim ben belli oluyor mu?)
« D » benim için "isviçrelilerden daha Isviçrelisin, dünyaya gönderilirken küçük bir koordine hatası olmuş aslında otobüs 25 sn geciktiği zaman otobüs işletmesine şikayet mektubu gönderen bir Isviçreli olarak doğmalıymışsın" diyor. Kabul ediyorum ben yorucu bir insan olabiliyorum. Bütün çantalarımdan takvimler, excel sheetler, to do listler çıkıyor falan. Benim bavul yapma excel sheetim var ama siz şimdi beni iyice deli zannedeceksiniz onun için detay vermiyorum.
Neyse işte bu kafayla Afrika’ya taşınınca dünyam şaştı, feleğim döndü tabii. Afrika’da “geldiğim zaman gelirim” zaman birimiyle yaşıyor çünkü insanlar. Evinize misafir çağırıyorsunuz, herşey son dakikada pişmiş olacak, misafirler gelince sıcak kanapeler, onlar bitince oda sıcaklığında başlangıç sonra da tam kıvamında balık mesela. O gelemeyesice misafirler saat 20’deki yemeğe saat 22:30’da geldikleri için milföyler kuru, başlangıç buz gibi, et de pişmekten takır takır. Veya siz misafirliğe davetlisiniz. “D”nin zoruyla “fashionably late” gitmişsiniz ama evsahibi kapıyı pijamalarıyla kafasını kaşıyarak açıyor “aaa siz geldiniz mi biz de yeni uyanmıştık” nasıl ya nerden uyanmıstınız!!!
Spor salonumda bir kızlar grubum vardı. Kocalarının ne iş yaptığını bilmemeniz kendi can güvenliğiniz için daha iyi olabilecek bir “elit Afrikalı grubu”. Millet açlıktan geberirken ve ülkede yol yokken aston martinleri falan var bunların. Neyse bu grupla ayda bir falan kızlar gecesi yapılıyor. Saat 20’de restaurantta buluşulacak, ben de kendimce Afrika’da yaşaya yaşaya cool bir insan olduğumdan dolayı saat 21’de gidiyorum yemeğe. Ama bu ablaların en erken geleni saat 23:30da geliyor. Neyse bu grubun en ihtişamlı (ve tabii en şaibeli üyesi, Hermes Birkin çantaları renk renk, boy boy) bir sevgililer günü partisi yapacağını duyurdu. Yalnız olay haftaiçine geliyor ertesi gün de iş, okul mokul var "lütfen erken gelelim vaktinde buluşalım" dedi kendisi valla bak hepimize. Ben de sorumlu bir insan olarak bunu ciddiye aldım. Saat 19’daki partiye saat 19’da gittim.
Saat 20’de dekorasyoncular geldi, 20:30 da barmen geldi. Tek başıma ezik ezik oturduğum için bana şampanya ikram etti bu arada ben de bari işin ucundan tutayım diye dekorasyonculara yardım etmeye başladım, saat 21:00de catering şirketi geldi. O noktada dekorasyoncularla ben yorulduğumuz için büfeden birşeyler atıştırmaya başladık, barmen bize yeni bir şampanya şişesi açtı. Saat 22:00’de partinin evsahibinin herkes için aldığı hediyeleri taşıyan bir kamyonet geldi, kamyonet şöförü de bize katıldı. Saat 23:30’da evsahibi ve ilk misafirler kapıdan girdiğinde ben, dekorasyoncular, barmen, cateringci abla ve kamyonet şoförü sarhoştuk ve çok güzel bir parti kutlamıştık kendi aramızda, hediyelerimizi de alıp dağıldık çünkü artık uykum gelmişti ve asıl partiyi hiç görmedim.
Simdi burada Paris’te saat 9’da geleceğini söyleyen teknik servis elemanını bekliyorum ve saat 11:30 ve Isviçre ben senin ayağının altını öpeyim be.

15.2.11

Incikten Boncuktan Meseleler

Paris’in hip, çok cool bir bölgesi var Le Marais. Cafeler, sanat galerileri, modern restaurantlar falan, çok severiz. Burada bir de antikacılar var ama öyle ağır altın varak Louis bilmemne antikaları değil cool mekan ya Afrika ve Asya antikaları satıyor bu dükkanlar. Ayıptır söylemesi Afrika’da « antika bu Madame sömürge döneminden kalma çok kıymetli hemen alın » dümenine amatörlük döneminde düşmüş insanlarız beraber ve solo performanslarla ben ve « D ». 2.yılın başında ve şuursuzca gurur duyduğumuz « antika » koleksiyonumuzun sonunda keşfettik ki yeni yapılan eşyaların yağmur ve güneş altında 1 hafta bekletilmesiyle yaratılıyormuş bizim paha biçilmez antika eserler! Üstelikte ayakkabı boyasıyla boyanaraktan. Bu da bize kapak oldu.
Neyse işte dilimiz yandığından kelli anlar olduk sahte antika işinden. Onun için de arada bir bu mağazalara girip kafa bulmak oyunumuz var, aptala yatıp dükkan sahibini heyecanlandırıp sonra da « salak mı sandın oğlum sen bizi heheyt bütün bu mallar bizde de var evde biz sana satalım antika fiyatına » diye hayallerini yıkma oyunu. Geçenlerde yine böyle bir dükkanda camdan geri dönüştürülmüş boncuklar için kadın tanesi 60 euro gibi birşey istedi. Dayanamadım Türkçe tepki verdim ki tepki burada « çüş » oluyor. Bu camdan boncuklar Afrika’da boş şarap şişeleri, kola şişelerinden falan eritilip boyanıp yapılıyor ve de tanesi 1TL falan öyle de dandik yani. Marja koş.
Bu incik boncuk işi Afrika’da ne iş derseniz şu iş. Avrupalı tüccarlar köle ticaretinin ilk zamanlarında, Afrikalıların henüz saftoloz oldukları yıllarda kabile krallarına venedik boncukları verip köle satın alıyorlarmış. Rengarenk boncukları birşey sanan krallar satmış da satmış adamlarını. Bu köle ticareti konusunu ayrıca bir bölümde anlatırım. En derinlikli kaynak olmasam da biz de kendi çapımızda merak ettik okuduk ettik 2 kelam sallayabilirim yani. Ama şimdi şunu söyliyim ki bütün bu köle ticaretinin sadece %20’lik gibi bir kısmı beyaz adamın silah zoruyla olmuş, geri kalanında aç gözlü krallar birbirlerinin kabilelerini basıp adam kaçırıp kaçırıp satmışlar utanmazlar. Otodestrüksiyon bu değilse nedir ? Yine de bu da bir bahane değil tabii, batılı beyaz adam da biraz adam olaydı da siyah köleleri satın almayaydı o da ayrı.
Huysuz Auntie

Neyse o zamanlar incik boncuk çin işi plastik değil tabii. Özel bir teknikle yapılıyor, çok ağır, çok ince işlenmiş vs vs. Sonra boncuk devri zaten kapanıyor çünkü kralların gözü açılıyor, "öyle incik boncuk bilyeyle olmaz bu işler hacı sen bana silah getir, çıkardığın elmastan pay ver, içki yok mu gözüm içki » demeye başlıyorlar falan. Silah da gelince mertlik tümden bozuluyor tabii. Bu elmas, altın, degerli metal konusu da başka yazı konusu olsun biz boncuklara devam edelim.
Günümüzde işte bu eski kıymetli boncuklar artık üretilmiyor.  Ellerinde köle diye satılan aile üyelerinden yadigar kalan boncuklar olan bazı aileler de yıllardır bunları fahis fiyatlara satıyor. Kimlere derseniz yine beyaz adamlara. Yani ticaret tersine dönmüş bir nevi siyah afrikalı’nın beyaz adamdan geç kalmış intikamı diyebiliriz. Cünkü bu boncukların tanesi 100’er 100’er dolarlardan satılıyor. Yalnız bunun için de çakal olmanız, gerçek antika boncukla yenisini ayırt edebilmeniz lazım ki gururla söyliyim bu konuda hiç kazık yemedim (çünkü manyak mıyım abi niye boncuğun tekine 100 dolar veriyim diye düşünüyorum onun için de alışveriş topuna hiç girmedim). 
Kofiridua boncuk marketi

Haftada birgün (her Perşembe) Gana’da Kofiridua şehrinde boncuk pazarı kuruluyor. Batı Afrika’nın her yerinden boncuk satıcıları bu pazara geliyor. Bir futbol sahasının tezgah, yere yaygı ne bulurlarsa dizilip üzelerine de boncuklarını koyup satıyorlar. Buraya Avrupa’dan boncuk meraklıları özel turlarla geliyor ve antika boncuk arıyorlar. Siyah adam çakal arada bolca ucuz çin boncuğu da var. Ama antika değil de taklit ararsanız çok zevkli şeyler buluyorsunuz. Benim 4 senelik Gana maceram sonunda bir takı çekmecem var ki açmaya korkuyorum grizu patlaması olabilir her an içinde sıkışıklıktan. Bu pazarda bizim bir auntie var (resimdeki abla) –Afrika’da da bizdeki gibi yaşlara göre hitaplar önemli. Yaşı sizden büyük bütün kadınlar auntie yani teyze – en güzel kolyeler ondan çıkıyor. Ama auntie çok huysuz. 100 tane müşteri getirmişimdir –ki bizim ev tekke gibi ziyaretçimiz hiç bitmez – yine de kuruş inmiyor. Bizim kapalıçarşı hanut uygulamasını anlattım ama yanaşmadı hiç. Neyse huysuz kadın indirim yapmıyor ama hesap yapmayı da bilmiyor onun için 5 kolye aldın diyelim hesap edemediği için sana soruyor « topla şimdi fiyatlarını kaç etti » diye. Yani kendi kendine indirim uygulayabilirsin aslında. Yaptığımdan değil ayol örnek olarak söylüyorum. Tamam yaaa 1 kere yaptım dayanamayıp ne bağırıyorsunuz ki ama valla sadece 1 kere onda da kızmıştım çünkü çok huysuzdu o yüzden. 

11.2.11

Havaalanı Hikayeleri

Abidjan Havaalani
Bizim lacivert pasaportla seyahat edip de havaalanlarında saçma sapan hiçbir soruya maruz kalmadım diyen varsa, atmasın kafasından. Simdi yeni pasaportlar daha sahici duruyor sanırım ama benim pasaportun süresi daha dolmadığı için yenisine geçmedim ve eski pasaportlar o kadar dandik ki evde kendim de yapsam da bu kadarını yapardım zaten. Bilumum avrupa havaalanlarında pasaport polisiyle aramda « neden geldin, nerde kalacaksın, paran var mı ? » asap bozucu dialogları çok geçti o pasaport yüzünden. Bir de bazen hiçbir yabancı dil konuşmadığını düşünüp heceleyerek « d o y o u s p e a k E n g l i s h ? » diyorlar ya çak suratlarına bir tane ama tabii çakamazsın sonra havaalanı kodesinde bulursun kendini, sonra guantanamo’ya kadar yolu var bunun nolur nolmaz en iyisi adam gibi cevap vermek.
Simdi buradan kimseye de mok atmak istemiyorum ve de  «şekerim ama avrupadaki Türkler de çok feci iykk ben onları görünce Türk olduğumu saklıyorum » saçma cümlesini de kurmayacağım çünkü ayıp  bir cümle bu ve hiç hoş degil sonuçta. Ama yine de bazen hemşehrilerimiz de işimizi zorlaştırıyor . Özellikle Isviçre uçuşlarında az görmedim değil uçağa 1 somun ekmek ve 2 baş sarımsakla binen amca ile el çantasından löpçük löpçük gözleme çıkaran teyzeleri. Yine de pasaport polisinin nursuz suratını hak etmiyoruz yani. En azından gözlemeli teyze uçak komşularına da ikram ediyor çantadan çıkan gözlemelerden.
Accra Kotoka Havalimani
Paris’e Louis Vuitton’lu çok Türk geldiğinden olsa gerek burda öyle bir « kaç paran var, nerde kalacaksın » muamelesi yok bize karşı. Ama kardeşim yani en kötü havaalanı yarışması düzenlesek Charles De Gaule açık ara birinci olmaz mı ? New York JFK de onunla yarışır bak hakkını yemeyelim. Afrika havaalanları ise cillop çünkü gün içinde toplam 5 uçak inip kalktıgı için ne bavul kayboluyor, ne kuyruk oluyor.
Afrika’da ilk yıllarda şahane bir sistem vardı. Parayı bastırdığınız zaman bir « acenta görevlisi” sizin yerinize check-in’inizi yapıyor, pasaport kuyruğundan da geçiyor, uçağın kalkmasına yarım saat kala size bütün kuyrukları beklemeden geçirip uçağa kadar getiriyor. Bir de kemerinizi bağlayıp üstünüzü örtse, yanağınıza da iyi uçuslar deyip öpücük kondursa « i feel like a star » öyle olmaz böyle olur canım. Terbiyesizlik edip bu hizmeti sonuna kadar sömürdük onu da söyliyim. Sonra ne yazık ki Amerikan havayolu şirketleri Batı Afrika’ya uçmaya başladı ve saltanatımız sona erdi. Herkes kendi güvenlik kontrolünden geçmeye başladı yani fanilerle aynı sıraya girme zorunda kaldık. Cok banal kuyruk beklemek falan ne lüzumsuz. Ekonomiye de zararlı ayrıca onların yüzünden bir meslek grubu daha ekonomiden silindi. Eski güzel günlerde oysa aynı görevli geri dönüş uçağında da size merdivenlerde karşılıyor, yine terbiyesizce bütün kuyrukları by pass geçiyorduk sonra da görevli bavulumuzu da alıyordu ahhh ahhhh.  Gören de Kofi Annan’a çok mühim bir konuda danışmanlık yapmak için geldim sanır -Bak Koficim cigerim bu barış gücü askerlerini nasıl daha efektif kullanırsın ben anlatayım sen de not al canım benim- halbuki ben doldurmuşum bavulu beyaz peynir, kuru yemişle kendimi gezdirmekten dönüyorum.
Dakar Havalimani
Afrika’da kadınların kilolusu makbul. Bu konuda çok malzeme var uzun uzun yazardım ama Berki Bey (a.k.a kardeşim olur kendisi) kızıyor. "Cok uzun yazıyosun herşeyi bir yazıda anlatıyosun" diyor. Simdi onu kızdırmıyim yine bu konuyu ayrı bir postta uzun uzun anlatırım. Ama konumuzla ilgisi şu ki, Gana çıkışlarımdan birinde pasaport polisi pasaportumu kafama attı. Bildiğin attı valla. Cünkü pasaport fotomda benim surat ay parçası kıvamında, demek ki bir ton balığı periodumda çekilmiş, adam bir fotoya baktı, bir bana baktı ve “bu ne biçim rezalet ne güzel kızmışsın maymuna çevirmişsin kendini kilo verip” diye bağırdı bana, "maymun" kısmı içime dokundu tabii ağlamamak için zor tuttum kendimi ağır konuştu yani benimle sonuçta ve kafamın üzerinden uçan pasaportu ezik ezik yerden toplamam, polisten kilo verdiğim için özür dilemem ve arkamda sırada bekleyen koca popolu teyzenin ayıplayan cıkcıkcıkları karşısında kafamı önüme eğmem gerekti. "Söz veriyorum dönerken alıcam bütün bu kiloları zaten Istanbul’a annemlere gidiyorum ailecik beni suböreği/baklava rejimine alacaklardır şüphesiz" diye söz verdim de koca popolu teyze ancak o zaman ayıplayan bakışlarını çekti üzerimden.
Senegal’de de Papua Yeni Gine’li bir arkadaşımı Papua Yeni Gine pasaportunda Papua Yeni Gine vizesi yok diye uçağa almadılar! Ciddi söylüyorum bak. Kız derdini anlatamadı ama ben o ülkenin vatandaşıyım vizeye ihtiyacım yok diye. Vizen yok binemezsin dediler!
Fildişi Sahili’nde business class uçtuğumuz bir defasında (-ki daha çok uçabilelim diye en ucuz class’I alır ve koca popolu Afrikalı teyzelerle kucak kucağa uçarız genelde. Neden böyle bir bonkörlük yapmışız cidden bilmiyorum. Uçak içi maceraları da anlatırdım ama Berki Beyden korkuyorum biraz bağırıyor sonra bana çünkü artık onu da yine başka zamana) business salonunda uçağı bekliyorduk. Bu salonların bütün olayı zaten beleş ikram olmasıdır değil mi? Orada değilmiş. Biz birer kahve mi ne içtik, uçakta yine rötar var tabii birer tane daha artık kahve mi çay mı neyse söyledik, garson kız gelip “siz kaç tane içtiniz bakıyim”dedi bize ama gözlerinde kül yutmaz ifadesiyle. 1’er tane deyince “eh yemedim ama hadi bu defalık inanmış oliyim ama hakkınız 2 tane ona göre” dedi bize.
Demem o ki arkadaşlar bir demem yokmuş aslında bunu yazdığım an farkettim! Neyse zorlayalım bir bitiş cümlesi için. Avrupa'ya uçarken çelik gibi sabırlı, Afrika'ya uçarken de her türlü sürprize hazırlıklı olun.
Pini Cokgezen 

8.2.11

Linda Lisboa

Lizbonun tarihi tramvaylari
« D »iş için Lizbon’a geliyordu. Takıldım tabii peşine. Ben Lizbon’u çok severim. Bugün al çantanı taşın desinler daha cümle bitmeden ben havaalanındayım.
Paris zarif, ince, uzun bir fransız kadınıysa biraz nevrotik,hafif pasif agresif, hep iyi giyimli ama yüksek sesle gülmez fazla makyaj yapmaz, yanlış yemek ve kıyafet seçiminizde size biraz tepeden bakar, Lizbon da koca popolu bir güneyli kadın, yüksek sesle fado söyler haykırarak ağlar, haykırarak güler ya da tasasını içine atar ama ona sığınanlara göstermez. Zamanında çok güzelmiş yıllar izini bırakmış, demode makyajını dökmüş ama onun tek derdi sizi beslemek, iyi ağırlamak. 
Docas ve marina

Ilk defa 6 yıl önce Senegal'den uçmustuk Lizbon’a. Uçaktaki "beyazlar" AB ve Isviçre pasaport kuyruğundan hızlıca çıktı tabii.  Ben "diğerleri" kuyruğundayım Senegalli kardeşlerimle. "D"de mecburen bizimle. Cünkü şöyle bir proje yarattım: Sevdiceği avrupa pasaportu taşıyan  kadınlar bir olur ve vize-pasaport  kuyruklarında onları da yanımızda süründürürsek onlar da ülkelerine gider ve yetkili kurumlara “yeter canımızdan bezdik” diye ağlarlarsa vize sorununu çözeriz bence. Bu ulvi projenin alt nedeni de u ki tek başıma kuyrukta sıkılıyorum ve yanıma kaynayacak adam arıyorum. Neyse biz işte böyle bir grup kuyrukta bekliyoruz, Portekiz polisi de gelip gidip "AB kuyruğuna girsenize” diyor bize. Pasaportum lacivert olabilir ama benim de bir gururum var heralde diye diye bekledim. Sonunda sıra bize geldi "D"yle 2 farklı gişeye girdik benim gişedeki polis "neee Türk müsün?" diye bir çığlık attı ki itiraf ediyim tırstım ulen atalarını falan kılıçtan geçirmis olabilir miyiz diye çünkü havaalanlarında bu tip çığlıklar pek hayra alamet değil normalde. Meğer polis Türkiye aşığıymıs ve haftaya Antalya’ya gidiyormuş. Hemen beni polis kulübesine aldı ve bir çay-tavla ortamı yarattık. "D" tabii hayretler içinde bizi izliyordu ve "sen git bavullari topla şekerim ben polis arkadaşımla yarenlik ediyorum" dedim ona havam oldu. Neyse sonra polis arkadaşım beni bagaj bandına kadar geçirdi sonra da sarıldık helalleştik. Tatil böyle şahane başlamıştı.
Isa heykeli
 6 yılda neler değişmiş derseniz, o arada Lizbonlular yememiş içmemiş bütün dilleri öğrenmişler. Dedikodu yapacak dil kalmadi bize. Bir de 6 yılda sahil şeridini düzenlemişler. Yürüme ve bisiklet yolları yapmışlar. Coluk çombalak herkes orada. Bizim anadolu yakası sahil yolu gibi biraz. Ama bunu yaparken de ekonomiyi iflas ettirdiler dedi taksi şoförümüz. 6 yıl önce Rua Augusta da minik bir çocuk ve minik köpeği müzik çalıp para topluyordu. Inanmayacaksınız ama 6 sene sonra aynı çocuk ve köpeği aynı yerde aynı işi yapıyor. Çocukcağız için başarılı bir kariyer planlaması olmamış tabii. Köpek de aynı köpek mi yoksa 2. göbekten mi  çok emin değilim. Yalnız pek kıpırdamıyordu. Doldurmuş da olabilir yani eski köpeğini.
Sehre girer girmez deniz kokusu ve martı çığlıkları etrafı sarıyor. Denize hasret kaldım 2 yıldır Pariste. Otel falan dinlemeden deniz kenarına attım kendimi onun için. Denizden gelen tuzlu rüzgar yok mu gölmüş nehirmiş hiçbirine değişmem. Insan denizden uzak yaşamaya zorlanmamalı cidden insan hakları mahkemesi el atsın bu konuya.
Lizbon sokakları her zaman mis gibi çamaşır deterjanı kokuyor. Cünkü bütün evlerin camlarından yeni yıkanmış çamaşırlar sarkıyor hep. Insanın burnunu sürerek geçesi geliyor ama neme lazım evin ciddi bakışlı hanımı fırlar kafamızda terlik falan kırar diye cesaret edemiyoruz. Burası da Istanbul gibi 7 tepeli. Zaten aslında galiba bütün eski şehirler 7 tepeli. Bunun da bir sebebi olmalı ama şu an wikipedia'ya bakmaya çok üşendim. Siz üşenmez de bakarsanız bana da haber verirsiniz di mi? 
Sehrin tamamı arnavut kaldırımı. Bu romantik durum bir süre sonra ayak bileklerinizin içine ediyor ve de sevdiceğinize kırıtmak için getirdiginiz topuklu ayakkabıları giyemiyorsunuz, kokoş kılıklarınız da mantar oluyor ama o kadarı da artık nazarlık. Yalnız heryer yokuş çık yokuş in, tık nefes oluyor insan bir noktadan sonra. Yokuşun başında elele romantik başlayan yürüyüş ortalara doğru "bırak elimi be bi de seni mi taşıycam hadeee"ye dönüyor. Ama yokuş bitip de eski dökük rengarenk evlerin arasından okyanus manzarası karşınıza çıkınca az önceki cazgırlığınızdan utaniyor yine kibar halinize dönüyorsunuz.
Pasteis de nata
Lizbonda çok yeniyor valla bak uyarmadı demeyin. Küçük birer tonbalığı olarak dönülüyor sonra eve. Ah ne balıklar, ne balıklar. Dün akşam tipik bir Portekiz lokantasında yedik. Adı Solar Dos Presuntos. Kocaman bir akvaryum var, içinde benim boyum kadar ıstakozlar. Sizin için ıstakoz gözlemleri yaptım. Sanırım akıllı hayvanlar. Piramit kurmak yöntemiyle firara teşebbüs ediyorlardı. En altta kalanı "Muhsin abi sen bi dur en altta biz üstüne tırmanıp kaçalım sonra geri gelir seni alırız" diye kandırmış olabilirler. Kek Muhsin bunların hepsini sırtında taşıdı bir sure. Tam ilk antenler suyun dışına çıkmıştı ki garson sinsi planı farketti ve piramidi dağıttı. Akvaryumun tam önünde kabarık saçlı bir kadın oturuyordu. Tahminimce kadının spreyle krepe yapılmıs saçlarını acil iniş kaydırağı olarak kullanıp kaçacaklardı. Yalnız eğer planları başarıya ulaşsaydı "katil ıstakozların intikamı 1" filmi için sağlam malzeme çıkardı söyliyim. Neyse işte bu restoranda bir ahtapot yedim ki ne siz sorun ne ben söyliyim çünkü adini unuttum. Lokum gibi yumuşacık ama üstü çıtır çıtır. Mis kokulu zeytinyağı ve bol sarımsakla servis ediyorlar. Yanında da nefis Alentejo şarabı. Ben Portekiz şaraplarını çok seviyorum. Insanın tüm damağını dolduruyorlar. Bu seyahatte de ögle akşam şarap denedik. Hiç de aksırıp tıksırmadık!
Fark etmişsinizdir ki gezmek benim için homini gırtlak demek. "D" için işin kültür boyutu da var ama bana yemek olsun içmek olsun başka da birşey istemem. Bir de ayakkabı alışverişine de hayır demem tabii ısrar ederseniz ama çok da ısrar etmenize gerek yok hemen ikna olurum. 
Kurutulmus balik cipsi

Portekizlilerin « pasteis de nata » diye bir tatlısı var, milföy içinde muhallebi gibi birşey. Leblebi gibi atılıyor çok da iyi gidiyor. Midye dolma yer de kaç oldu saymayız ya öyle yedim. Bir de « 100 Maneiras » diye bir restorana gittik bu defa. Siz mönüyü görmüyor sadece şarabınızı seçiyorsunuz. Yemek 8 tabaklık bir mönü. Portekiz mutfağının modern sunumu diyelim. Minyatür çamaşır ipine asılmış kurutulmuş balık cipsleri geliyor mesela. Çok komik minik mandalları bile var. Resmini de çektim bakın. 
Lizbon’a giden Cascais -ki Lizbon’un sayfiye yeri olur şahane plajları ve deniz kenarında nefis balık lokantaları var - ve Sintra'yı da görsün mutlaka. "D" beni Parise gönderdi kendi Sintra'da toplantısına devam ediyor ki bu da onu çok popüler bir insan yapmıyor şu anda.
pazar günü Cascais plaji
Lizbonlular kısa boylu. Lizbonu sevmek için bir sebep daha işte size. Kendinizi selvi boylu sanıyorsunuz yanlarında. Genel olarak turist milletine kıl olduğum için fado dinlemeye yine gitmedik. Cünkü bütün fado barların birkenstock içi çorap kombinasyonlu turistlerle dolu olduğuna eminim. Mutlaka çok şey kaçırmışımdır o ayrı. Ama arnavut kaldırımları yüzünden topuklu ayakkabılarımı giyemesem de  kimse beni o birkenstock kalabalığıyla aynı ortama sokamaz.
Size 2 otel önerim var. Her 2’si de şahaneydi. Solar do Castelo (şehrin eski kalesinin surlarının içinde) ve Inter-nacional design hotel (şehrin en merkezi meydanında). Bir de tabii Docas’a mutlaka gidin güneş batarken birer porto şarabı için. Cool mekan isteriz derseniz de K da önce yemek yiyin sonra da partiye kalın. Süper bir fikrim var siz iyisi mi beni de yanınızda götürün 10 numara tur rehberi olurum valla bak.    
bileklerinizin canina okuyan arnavut kaldirimlari

inter-nacional'in komik kapi isaretleri

sehrin modern yüzü



sokaklar mis gibi çamasir kokuyor


4.2.11

Gezelim Görelim...Alsace

Colmar
Amerikalıların pek sevdiği bir şaka var. Tanrı Fransa’yı yaratmış sonra da bakmış ki fazla mükemmel oldu, biraz bozmak için üstüne Fransızları yerleştirmiş. Amerikalılarla Fransızların birbirleriyle dertlerini yazmaya bloglar yetmez ama doğruya doğru Fransa harbiden çok güzel ülke.

Aranızdan « D, ben ve Gisette (hatırlayın GPSimiz) fırt fırt Paris dışını geziyoruz dedin de hani nerde hiç yazmıyorsun hiç hos bir hareket degil» diyenleriniz oldu. Tamam canım bağırmayın yazıyoruz.
Simdi  Fransızlar için harita 2’ye bölünüyor. Birinci kısım, Paris ikinci kısım da ve Paris dışında kalanlar. Pariste yaşamayan biri her nerde yaşarsa yaşasın –ki ülke kocaman hani bir Isviçre bir Lichtenstein değil sonuçta (bu ülkenin de adını ilk denemede okuyabilene vatandaşlık versinler kafadan kardeşim bu köşe kış köşesi gibi ülke adı mı olurmuş) yine de Paris dışından gelenler « province ». Bu arada öz be öz Parisli diye birşey de yok aslında. Bizdeki « Istanbullu » olmak gibi burda da Paris’e taşınan herkes parizyen. Hemen yerel aksanlar falan değişiyor. Parislilerin böyle bir homurdanarak ve burundan konuşma aksanı var hoop hemen « Parigot” aksan ediniliyor falan.

Sarap yolu üstündeki köylerden biri
Simdi benim tipi ve aksanı birleştirince bir türlü dünya haritasının neresine koysunlar karar veremiyorlar onun için de hemen Fransa’nin doğusundan mı geliyorsunuz deyiveriyorlar. Fransa’nın doğusu dedikleri Alsace bölgesi. Tarih kitaplarından hatırlarsanız bu Alsace her savaş sonunda bir Almanlara diğer savaşta hoop hadi bir daha Fransızlara geçip duruyordu ya. Kafası karışmıştır yalnız insanların önümüzdeki 4 sene Alman vatandaşısın sonra bir savaş hadi bir daha Fransız vatandaşı oldun. Bir durun, sakin olalım karar verelim Alman mıyız Fransız mıyız be. Vergimizi denkleştirip de ödeyene kadar vergiyi toplayan derebeyi değişiyor. Neyse işte bu bölgede yaşayanların kendi dialektleri var, hiçbir halt da anlamıyorsun konuştukları zaman. Canlarına yetti zaar kendilerine dil yaptılar değiştir değiştir bir yere kadar tabii. Işte onlar Fransızca konuşurken de hafif Almanca’ya çalan bir aksanları var, bir de bu insanlar daha dakik, daha ısrarcı “bakın emin misiniz randevu mu iyi not ettiniz mi” gibisinden. Bende de biraz obsesif kompulsiflik olduğundan dolayı ne zaman telefonla birine iş yaptırmaya kalksam ve de “ama bakın söylediğiniz saatte hazır olacak değil mi mutlaka” desem “Madame siz Fransa’nın doğusundan mısınız » diyorlar. Peki denilen saatte o iş yapılıyor mu ? Tabii ki hayır rica ederim.
choucroute bu ola iste

Neyse bu Alsace harbiden çok güzel bir bölge çok tavsiye ederim. Strasbourg, Mulhouse ve Colmar başlıca şehirleri. Biz Colmar’da kaldık. Seker gibi bir minik şehir. Cok güzel taş-ahşap karışık evler var. Sokaklarda kaybol bütün gün ağzın açık evlere baka baka o bile yeter. Ama en zevklisi “şarap yolu” boyunca minik köylerde dura dura şarapları tada tada bölgeyi keşfetmek. Tabii her tadımda yanında mutlaka birşeyler de yiyorsunuz 3 günlük tatilin sonunda mini ton balığı formunda dönüyorsunuz ama adam sende değer mi değer valla. Alsace’in telaffuzu zor ama kendileri şahane şarapları var. Benim en sevdiğim bir “Gewurtztraminer” var ki off yani peynirlerin yanına aç şişeleri gitsin. Bir de kaz ciğeriyle çok güzel oluyor. Bak yazarken kendi kendime karnımı acıktırdım sizin yüzünüzden.  Bu bölgenin meşhur da bir yemeği var. Adı choucroute. Ben çok merak ettim ama “D”nin sarı damarı tutu “çok ağır o yemek yeme onu” dedi ve yedirtmedi. Ben ağır falan dinlemem lüpletirdim de “çek usta 1,5 porsiyon" diye, işte insanın sevdiceği kibar bir insan evladı olunca bazen narin küçük hanımefendi numarası çekmek gerekiyor.  Ama araştırmacı blogculuk adına gizlice yiyip size rapor verebilirim her an. Sakın « D »ye söylemeyin.

Neyse demem o ki gidin arkadaşlar gezin pişman olmazsınız benden söylemesi.