16 Ocak 2014

durmak bilmeyen..*



"Sen de yazsana." dedi.

Öyle kolay, öyle herhangi bir konunun arasında, öyle sıradan bir öneri gibi.

Fazladan bir coşkunluk veya tedirginlik hissetmeden.

Ayların birbirini ittire kaktıra gittiği, bizim dar bir çemberde birbirimizi ezip yok ettiğimiz zamanın arasında bir yerde..

İyi olur diye değil.

Kötü olur diye de değil.

Öylesine demiş olmak için.

Okumayacağı veya okumaktan dolayı kalbinin farklı bir ritim kazanmayacağı hiçbir şey için böyle cümleler kurmamalı insan.

Fark etmeyecek şeyler için.

Fark yaratmayacak şeylerin üretim aşamasında bir sıkıntı yok zaten.

Kalbimdeki ağırlıklara bir yenisinin eklenmesi bir cümle sürdü.

Zaten iyi olan ve kötü olan her şey topu topu birkaç cümleyle vücut buluyor.

Ellerimin ağrısından habersizken nasıl dedi öyle "yaz" diye..

Ellerimin ağrıdığını bilse kalbimin de ağrıdığını kestirir miydi, bilmiyorum.

Başka insanlar tanıdım.

Başka türlü insanlar.

"Yaz" demeden, kalemin kendilerine vardığı.

Ne yazayım şimdi, tebrik kartı mı?

Bir tek oradaki cümlelerimi okumaya tahammüllü birine nasıl anlatayım.

Neden anlatayım.

Zihnim Harmandalı'ndan halliceyken, unutmak olmaksızın ilerleyemiyorken, hadi bir kez daha karşılıklı ama birbirimizi görmeksizin unutalım.

Başka türlüsü çeyrek yüzyıldan sonra zor.

8 Ocak 2014

uzun zaman olur ki


Saatlerin sevdiğim bir yerindeyiz ve bu noktada cam dibi monologlarına girişmeyeli epey oldu. Buna sebep salt akıl karmaşası, kalp karmaşası, hayat karmaşası değildi. Kendimin sokaklarında çıkmaza düştüm.

Hiçbir şeyi düşünmek ve yaşamak istemeyip, her şeyi düşünmek zorunda kalıp, yaşamaya mecbur edildiğim bir yerde gece dilimlerinin ayrımları kendini hüsranla anımsatıyor.

"Ağlama artık.." dediği için uyuduğum, çok uyuduğum ve dahi uyanmak istemediğim çok zaman biriktirdim. Uyanıkken engelleyemediğim pek çok şeyden biriydi bu. 

Kağıt mendil soğukluğunda bir teselliden bahsetmiyorum.

Birinin gözyaşımdan bıkmasından da.

Usandırdığım ruh hallerim oldu ama gözyaşımın üzüntü yaratması, bunun dillendirilmesi..; bu, sıcak, kazakla sarmalanmış bir omuza öyle yatıp orada kalmak istememe neden oldu.

Uyuyabildiğim kadar uyuyorum.

Başka türlüsü zor.

Ayılmak zor.

Ayıkken hayata katlanmak daha zor.

Bir yerde, unuttuğum ve güzel, dışarıdan izlesem asla yorulmayacağım bir rüya göreceğimi düşüne düşüne...

Öyle öyle uyumazsam..

Uyanıkken gördüklerimle mücadele edemiyorum.

Bütün 03'lerden özür dilerim..

Buluşacağımız yerde başka türlüsü olsun, eskisi gibi, eski ve kalpteki sızısı hüzünlü, yine de tebessümlü gibi, en çok da unutmak istemediğimiz gibi...

 

31 Aralık 2013

beni öp, sonra*

Biriktiremediğim her şeyi yeniden doğurmaya..

Kadehse, kalkacaksa,

...

30 Aralık 2013

artık


Bu yıl öyle çamura batıp da çıkamamış bir halde geçti ki, tek temennim biraz su. Biraz durulanmak. Biraz sarhoş olmak. Biraz ihtiyaçsız kalmak. 

Hiçbir şeyi anımsamak istemiyorum.

İzmir'deki küçük, çok küçük yılbaşı ağacımızı atmamızdan bu yana, zaten bu ritüellerin pek çoğu samimiyetsiz. 

Yılbaşı çiçeklerinin -ki isimlerinin bu olduğuna emin değilim. Aldığımda billboard reklamlarını değiştiren çocuklar, 'Bunlardan şuradaki çalılarda da var yeaa, seni kandırmışlar!' cümlesini sarf etmişlerdi.- altındaki bir- iki paketi açasım dahi yok. Zaten onlar da hediye değil. Hediye de değil. Neyse. Benim için hediye denilen şey, safran sarısı bir atkı, ya da bir deniz kabuğu veya deniz yıldızı ya da sadece bir mektup da olabilir.

Aslında burada, kavuniçi evimde olmak bile yeteri kadar büyük. İlk kez, 24 yılda ilk kez 31 Aralık gecesi İzmir sınırları dışında olacağım, ve bu 2014'le ilgili olarak epey iyi hissettiren bir durum. 2013'e nasıl girdiğimiz düşünülürse, bir yılın nasıl girilirse öyle geçeceği olayının sağlamasını yapmış gibiyiz. Belki Eskişehir bu kış beni sevmeye karar verir. Aramızdaki bu platonik şey, daha karşılıklı, evli, işli bir şeylere dönüşür. Denemeye değmez mi.
Gelmişken.
Gelip de epey zaman geçirmişken..

İçim ağlaya ağlaya yeni yıl. Artık her dilek birbirinden kıymetli. Her gözüme değen göz. Her yudumu rakıların ve her 90'lardan kalma parça. 

Yorgunluğumu öp şehir, yorgunluğumun elinden tut, üzerini ört, kar yağdır hiç değilse rüyalarıma, yan odada uyuyan ömrün tebessümüne bir sebep olarak ekle beni, ama utanmama izin verme daha fazla, saklanmama..

Eksikli yaşamaktan çoğalan şeylerle sınamaktan usan. 

Biraz dinlen.

Güzel şeyler için sebep ol.

Belki de ilk kez yeni yıl için umut etmeye ihtiyacım var.

Belki de ilk kez inanmaya ve af dilemeye ihtiyacım var.

Kimden, neyin günahını çıkaracağımı bilmiyorum.

Bir kase profiterolle mutlu olan varlığımı, hangi mutsuzluğun çamurunda emeklettiğimi duyurmaya..

Öyle yorgun ve öyle çaresizim ki...

Yeni bir yıldan başka tutunacak..

Neyse ki geldin.


28 Aralık 2013

"Bıkmıştım zor geçen kışlarımı anlatmaktan/ Bardağa birkaç çiçek ıslamaktan."


Bu kitapta yer alan şahıs ve mekânların gerçekle alâkaları tamdır. Kahramanları hep yanlış ata oynayanlardır. Kediler, kadınlar, muhabbet kuşları, gözyaşları... Hepsi sahiden vardır ve bir dönem yaşamışlardır. Şiirden hazzetmeyenler, Grapon Kâğıtları'nı yılbaşı ve diğer ehemmiyetli günlerde evi süslemek için kullanabilirler ya da bir ruh çağırma seansında, inatçı ruhlara seslenen uyduruk şarkılar olarak mırıldanabilirler.

-Didem Madak.

20 Aralık 2013

paragraf başı*


...

Anlamalı beni mezarım da
Bir uyağa takıldım, düşmeye razıyım
Artık beni anla.

...

Konuşma, konuşmak istemezsen
Ben konuşurum tavanda koşuşan ışıklarla
Hep aynı şeyi söylerim
Beni anla.

...

Ağlamıştık
Boyalarımız aktıkça ferahlamıştık hatırla
Gözyaşlarımız siyahtı
Sanırdım
Yanağımın sıcağına göç ediyor kırlangıçlar
Beni anla.
Geçti ömrüm iklimden iklime
Yuva yaptım kaç paket cigaranın bacasında
Yorgunum, kahvem çamur gibi
Batmaya da razıyım, artık beni anla
Yeter ki sen beni
Hiç yazamayacağım bir romanın kollarına atma.

Didem Madak

*fotoğraf: Kylli Sparre

12 Aralık 2013

yeni gibi tanıdık..

Yorgunum ve hâlâ hâlâ hâlâ bir kedim yok. 
Bazen olan biten her şeyi evrenin beni kedisiz bırakmak için ayarladığını düşünüyorum.
Sanki ömürlük olmasa da nefeslerimizin yettiği yere kadar yoldaş olabileceğimiz bir kediyle beraber olsak düzelirdi her şey. 
Ama yarın sallanıyor, o kadar uzun zamandır, o kadar şiddetle sallanıyor ki, bu zangırtıda bir şeyleri yerleştirmek anlamsız, boşu boşuna..

Bu seneden, bu enkazdan nasıl çıkılır bilmiyorum.

Ihlamur, tarçın kokularına sarmalanmış, günlerin birbirine renkli atkılar hediye ettiği bir sonbahara ve kışa şahit olmayı çok isterdim. Geçtiğimiz yazı ve baharı turuncu ipliklerden atılmış kurdelelerle paketlemeyi de.. Ama olmadı hiçbiri. Beklediğim ve beklemediğim her şey beklemediğim ve ciğerleri ağlamaktan yorulmuş anlarla kaplandı. Mutsuz olmaktan yorulduğum olmuştu, ama hem mutsuz, hem yorgun, hem beklentisiz, hem beklentiden ibaret, hem de çaresiz ve yolsuz ve yönsüz olduğum bir başka zaman dilimi daha anımsayamıyorum. Balık yağı da yutsam anımsayamayacaktım. 

Ölümlerle kendini tarihe geçiren şu yıl; bitsin diye beklediğim, aynı yılın son gününde kitlelerce bir katılımla krematoryuma gidip yakalım istediğim ve kavanozda külünün dahi kalmamasını dilediğim bu tarih.. Bitsin. O kadar.
Anlamlı olmasa da yeni yıl döngüsü, birisi çıkıp haydi yıl şuradan başlasın dediğinden, birileri doğup öldüğü için gezegence başlangıç olduğu konusunda hemfikir olduğumuz -ki henüz başka hiçbir şeyde bu kadar mutabık olamadık- için bekliyoruz işte inansak da inanmasak da sıfırı. 

Şarkılarımızın ve inandığımız şiirlerin değişmeyeceği bir yıl olacak.
İşte bir onlar da kalsa, tamam mı, devam mı noktasında bir kuvvet elimizi veriyoruz her seferinde. 
Nasıl tükenmiyor bu tükenmişliğimizde o kırıntılı umut, bilmiyorum.
Sanıyorum 13- 15 gün belki birkaç fazla gün sonra, neyi sıfırlayacağımızı bilmeden kimimiz karada, kimimiz havada, kimimiz de.. Neyse. 

Dilek dileyeceğiz çoktan yıkıp yaktığımız ya da yıkıp yaktıkları şeyler için bile. 
Ben muhtemelen yine bir kedi dileyeceğim. 
Kedi demek yerleşiklik demek. 
Yerleşiklik demek sokakların kaldırımlarındaki çıkıntıları öğrenmekten korkmamak demek.
Üzerine bir şeyler alırken "bir daha nerenin kışında giyeceğim" diye düşünmemek demek.
Ama her şeyden önce,
"Hadi gel.." demek.
"Hadi bana gel.."
"Ben buradayım.." demek.
Hayatta, hayat coğrafyasının istediğim yerinde, evimde, kalbimde, bir şeyleri bulmuş gibi, ulaşmış gibi, bırakmayacak gibi.. 
Son nefesini bile bulunduğun yere bırakacak gibi.

Gel, gibi..
Gitme, gibi..
Gitmiyorum, gibi... 

"..Ben çocuklardan biri,
Fazla yaşamaz
Ne bir sarmanı var okşayacak
Ne zamanı.
Zamanı sarışın bir kedi olarak yarat baştan Allah'ım
Bırak okşayayım.
Esirge ve bağışla beni gerçekten
Bırak düşlerimde kaybolayım."

3 Aralık 2013

"Beni ya sevmeli, ya öldürmeli..."

Hayat, kendi rayında tıngır mıngır gitmez elbet.
Ama bazı zamanlar, ki bu bazı zamanlar başlayalı epey oluyor, öyle vurgun yiyip de, bulunamaz bir halde ki.. 
İçinden çıkılamayan bir kâbus..
Korkunç karmaşık bir labirent ve korkunç yalnız bir ova, böyle de anlatılabilir.
Aslında hiçbir şey anlatılamaz.
Kelimeleri çoğaltıp, yan yana inci gibi olmasa da renkli dizmeyi günlerden çıkarmak durumunda kalalı da epey oluyor. 
Barışık olduğum hiçbir şey "Küsmeyelim" demiyor, ki bu hiçbir şeyle barışık olmadığımı gösteriyor sanırım. 
Darmadağın her şey. 
Takvim yapraklarının döküldüğü o uzun, o çok uzun, o tükenmez rüyaya dalmamak için gün sayıyorum; yine takvimle. Stockholm denilebilir, sendrom olanından, kısaca döngü de, ya da basbayağı çaresizlik.
Daha önce ömrümün hiçbir yerinde 9 saat boyunca oksijensiz ve ayakta kalmadım.
Kendimce ve toplumun bir kısmınca dert edindiğim, edindiğimiz belli başlı ne varsa bak nasıl da ortasındayım, nasıl da ikiyüzlü görünüyorum, nasıl da zorlanıyorum, ve nasıl da zorunda kalıyorum..
Artık kutsal kitap gözüyle baktığım her şeyi sorguluyorum.
Çünkü inandığım her şey "Yalan!" diye haykırarak tanıtıyor kendini.
Uzun zaman sonra ellerim ağrıyor. Eskiden olsa "Aşktandır.." derdim.
Eskiden olsa başka pek çok şeye başka yanıtlar verirdim.
Artık her gün karton kutuların arasında, yalnız başıma bir soyunma sahnesini yeni baştan oynuyorum. Giyinme kısmında gözlerim doluyor. Her seferinde.. Eski filmleri anımsamadan açamıyorum kapıyı, gözü yaşsız da...
Temiz ve soğuk havayla karşılaşan varlığım, hayatın mucizeviliğine beni kayıtsız bırakan şeyin ne olduğunu inatla sorduruyor. 
Dün "İnansaydın eğer.." dedi çocuk.. İnanmıyorum, dedim. Üzerine basa basa, "İnanmıyorum, inanmak da istemiyorum." dedim.
"İnansaydın, daha iyi şeyler gelirdi başına." dedi. 
Genzim kömür kokusuna boğulur gibi oldu. Kıştan değil, kesinlikle ondan değil.
Aç olan insanları tanımanın burukluğundan mı, kendi gönül açlığımdan mı, bilmiyorum.
Ben zaten hiçbir şey bilmiyorum.
Bildiğim şeyleri hangi deniz, hangi coğrafya, hangi tanrı, veya hangi unutuş alıp götürdü bilmiyorum ama bilmiyorum.
Unutmayı istiyorum.
Olan her şeyi. Ve olamayanları da.
Olamayan ne varsa, bir daha asla olamayacak gibi çünkü.
Bir çok şeyden nefret etmeye başlamam birkaç gün sürdü.
Bir ay önce bugünlerde heyecandan, sakinleştirici almadan uyuyamazken, şimdi ölü gibi..;
yarınsız, telâşının kıymeti görünmez, öylesine..
Suyum, yolum, yolsuzluğum, yorgunluğum, hangi toza karışacaksa,...
Çok yorgunum..
Gel al beni.
Bitir.
Bitsin.
Devam etmeye çabaladıkça kaybolmak gücüme gidiyor.
Gel.
Ve bitir.

25 Ekim 2013

Leylım, *


"..Önce senin kurtulman, dünya adlı ayvayı dilediğince dişlemen vardı ortada. Sonra da, benim arzum ya da hırsım ne olursa olsun, sana değer, sana denk sorgusuz sualsiz, beyninden, düşlerinden, yalnızlığından taa taşaklarına kadar sevebileceğin erkeği araman, bulman gelirdi."

31 Aralık 1956

Leylim Leylim: Ahmed Arif'ten Leylâ Erbil'e Mektuplar

9 Ekim 2013

son. bahar.


Hiçbir şey olması gereken yerde değil. Neyin nerede olması gerektiğine karar veremeyişim esnasında pek çok şey oldu. Pek çok olmasa da birkaç hayat değişti. Yol değişti. Mevsim değişti. Diyaloglar kendiliğinden akan veya akmayan şeylerken başka çıkmazlara evrildiler.

Bazı şeyleri çok istediğim sırada, onlarla birlikte başka şeyleri de çok istiyormuşum gibi sayıldım. Bu iyi olmadı mesela. Beni en iyi tanıyan insanlardan bile bunca inanmadığım şeyi başlatma noktasına geldiğim için tebrikler aldım. Yeteri kadar da tanınmıyormuşum demek.

Çok fazla "şey"li konuşmaya başlamamın olan bitenle çok ilgisi var bana kalırsa. Artık kelimeleri birbirine bağlayamayacak kadar uyuşuk bir yerindeyim kalemin bile. Hayat uyuşuyor, çoğunlukla bu saatlerde. Geceler hâlâ daha -ayırabildiğim sürece- o içine alır halini koruyor neyse ki.

Konuşmaktan çok yorgunum aslına bakılırsa. Konuşarak bir şeyleri anlamlandırmaya, kendimi meşrulaştırmaya çalışmaktan. Sahip olduğum ne varsa, avukatlığını yapıp kalbime nasıl da iyi geldiğini kanıtlamaya çalışmaktan. Kendimi temize çekmekten.

Üstelik hiçbir davadan beraat etmiyorum.

En çok şiiri özlüyorum. Birkaç dizeyle varlığımın titremesini. Ve bunun fark edilmesini...

Kimsesizlikten daha çok dokunan bir şey varsa o da şiirsizlik.

Çok çok uzun zaman öncesinden bir çocuğun "En son ne zaman şiir okudun sen?" deyip bana kızışını anımsıyorum arada bir, kederli kederli gülüyorum, için için üzülüyorum.

Üzüldüğüm yığın yığın burukluğun arasında bir de doğan güneşle uğraşmak beni bitiriyor. Sonsuz bir rutinin her günkü tekrarı, ne kadar acımasız bir yerde kendi kendine tepindiğimizi düşündürüyor. Üstelik sadece kendi hayatımın rutinleriyle uğraşmıyorum, birilerinin rutinine dönüşen varlığım; işte bu çok ağır.

Hiçbir şeyin merkezinde olmayı düşlemedim. Aslında aklımın ucundan bile geçirmedim. En fazla yağan yağmura karışmış görünmez birkaç adım, çarşaftaki bir küpe teki, ne bileyim not defterine düşülmüş, gülümseten bir not olmayı arzulamışımdır. Güzel kadeh tutan kadınlardan biri olmak da fazlasıyla yeterdi ya da. Bu gibi şeylerden ibaret olmak daha büyük bir doyum getirirdi kuşkusuz hepimize. Belki de kuşkusu olanlar vardır, benim yok.

Çok sayılamayacak birkaç olayın ardından salaş bir birahanede verdiğim söz de nehir kenarında bir kadın olmaktı. Neredeyim, ne yapıyorum, bu öz sorgulayışı hangi uçsuz yalnızlıktan, ya da az kişilik kalabalıktan...

Dağılmıyor ömür öyle kurabiye gibi. Bayatlayan bir sürü şey içinde kendimi oradan oraya vuruyorum. En sonunda bu yorgunlukla vardığım yerde huzur bulabilecek miyim, ondan da emin değilim işin doğrusu.

Her şey ne çabuk uydu birbirine de, beraber enkaz olmaya ne çabuk karar verdiler.

Bazen kendimi bu manzaraya zorla eklenmiş bir şey gibi hissediyorum.
Bazen mi..

Akıp gidilemeyen bir hayat, ne kadar hayatsa, işte o kadar hayattayım.

18.09.2013- 15:12*

4 Ekim 2013

günün bir vaktinde*

Geçen kışın inatla beyaz giymeyişine olan kırgınlığımın telafisi mi bu başlangıç.

Kütür kütür dökülüyor mevsim dallardan, üst baş, sayılı mı sayısız mı kestiremeden, miyop ilerlediğimiz buzdan günlerle kaplı..

Çetin bir giriş oldu kuşkusuz. 

Oysa tüm karman çorman, kendi etrafına düğümlü sorularıma rağmen tarçın bulaşmış küçük salonlarda, dar yatak odalarında yağmurlu şarkılar dinlemeye, dolaptan şarabı, etrafımdan rengini eksik etmemeye yemin etmiştim. 

Gün insanı olmadığımdan geceye demirlenecek bir çizgi, birkaç kelime illâ ki edinecektim. Sonbahar koleksiyonundan mürdümler çekecektim sararık kağıtlara ve tüm artı sonsuz aksindeki mutsuzluklara inat, fısıltı fısıltı sevecektim umut kelimesini. 

Yumuşak ve ağlamaklı ve yünün hiç değilse sırtımıza düşkün haliyle geçecektik beyaz, buz, gri, füme, siyah... Degrade ilerleyecektik zamanda. 

Tepetaklak edilmiş bir yaza sahip olmayı çok diledim, olduramadım.
Şimdi sonbahar adeta striptiz yapıyor sahnede. Gerdanı açık, gerdanında bir aralık yaprağının pıhtılaşmış çizikleri. İnat ediyor ısınmamaya, sarılmamaya, ısınmamaya. 

Cepsiz ceketler ne işe yarardı eksiklenmekten başka.
Şiirler hangi mevsimin kıyısından toplardı dizelerini, bir ekim olmasa.
Çikolatanın endorfinden çok kırık bir akşamüstünden kalma, dudaklarla anılan bir yutkunma olduğunu; süte çaldığını kim bilirdi.
Bilmesin. 

Kilim renklerinden ördüğüm bir mevsim manzarasına bilet isteyen varsa, dünlerini çeyizlesin.

Portakal kokusunun bana yazı anımsatmasıydı tuhaf olan, oysa kıştaydık ve ortalık portakal mevsimi gibi kokuyordu. 
Oda da.
Ben ilkyazlara ayırırken narenciye kokulu hatırayı, şimdi çoktan boran mektupları geliyor ve bu tarihe ayırdığım elmalı tarçınlı kokular kendini tamamlayamıyor.
Yine portakal mevsimi.
Yine yaklaşıyor.
Dünden yarına atlamaya kalktığım her rüya narenciye kokuyor.
Dün gibi.
Yazı anımsatan bir hatıranın nasıl da kıştan koptuğunu etrafa duyura duyura..

Ama sen yine de, şarkını o son yağmura sakla.


2 Ekim 2013

02.10.


"Yalnız yaşı olmayan ve dünyalarını kendi içlerinde taşıyan insanlara dayanabildiğimi görüyorum."

Sen sonsuz ol güzel adam...

30 Eylül 2013

artık

Parmaklarımın arasından akan mürekkebin bir önemi yok.
Ağlamasına kıyamadığım insanların beni göremeyecekleri bir yerdeyim ve ha mürekkep, ha gözyaşı. 
Görünmediğinde görünmüyorsun ve görünmeyen şeyler bir sorun teşkil etmiyor.
Sanırım.
Ve görünmediğin bir yerde kimse çıkıp da uykularını sormaz.
Bir geceye kaç soğuk terleme ve üşüyerek titreme nöbeti sığdırdığımın da açıklama gerektirecek bir yanı yok.
Rüyalar hâlâ içimi bulandırıyor.
Ellerim hâlâ ağrıyor.
Dünden tek farkı;
zaman akacağına dair, yarın aydınlık getireceğine dair asla bir umut taşımıyor.
Oysa eskiden, insanlar vardı.
Görünen,
göründüğümüz,
kıyamayan, 
kıyamadığımız.
Dostlar.
İnsanlar.
Güzel zamanlar.
Güzel olmayanları dahi
yarına sebep.

25 Eylül 2013

... kaçar gibidir*


söyle ben saçlarımı kestirirsem ne olur
bir başkaldırma ancak saçlarından tutulur

herkes annesi sanır bir kısır yalnızlığı
oysa herkesin annesi aslında bir baruttur

eylülden ürken temmuz şafaktan korkan gece
dağları bölümleyen o babadan kaçan sudur

hatırla her gün bir çalar saatle oynadığını
çalar saatler bir çocuğun uyanılacak uykusudur

soğuk iklimler, kırımlar akar gider derisinden
çalıp söylediği öğrenip oynadığı bir tabuttur

anne saklanır, baba koşar, günleri münleri bölerler
anne de baba da parça parça bir geyik yavrusudur

birinin sırtı ince, birinin elleri kalın
ikisi de bir gölün saygıdeğer komşusudur

ey hayalin sonsuz çalıştığı gölleri bölmek dönemi
o zaman artık bir yerlerde hazin mevlûtlar okunur

dersin ki ayışığı kimin babası kimin oğlu o zaman
sanki herkesin işi bir bölmedir, uzun uzun solunur

senin şarkın bir avcı borusudur ormanları tutar
büyür, yankılanır, bir kale yıkıntısında saygıyla durur

 ey en bilge sesi gelip duran sonra akan suların
bilirsin her akşam nasıl öksüz, nasıl güçlükle olur

her akşam nerden baksan yine de bir eksiği doldurur
babalar geri çekilir, anneler onlara teslim olur

saçlarımı hep kestim tutacak kadar kalmasın dedim
çünkü bir başkaldırma ancak saçlarından tutulur

gölleri bölümlediler ve sonra suya gittiler çoğu
babalar hep perşembe, anneler hep cuma olur

Turgut Uyar


17 Eylül 2013

geliyor aklıma..*



Vakitli vakitsiz. 
Fazla.
Azdan biraz fazla.
Sessizlik.

Defterlerini yakmayışına gülümsemek de yeter ama korku kemirgen.

İnandığım yerden çok fiyakalı görünen bedeller ceplerime sığar mı, emin olamıyorum.

Başka manzaralara bakıyorum aklım karışınca.

Mesela lacivert bir gün var, gecesinden renk kopardığım.
Sonra en uzun ayakta kalışım yağmurlu bir akşamüstüydü şüphesiz.
Ya da bazı yokuşlar.
Bakışlarımın yuvarlandığı.

Vapurlar güzeldi geldiğimiz yerde.

Geceye serilen nemli çimlerin de zehir yeşili sızışı güzeldi.

Bakışlarımın yuvarlandığı merdivenler de vardı mesela.

Geldiğim yerde bakışlarım epey kötürüm kaldı.

Bunu düşünmek hep aklıma şu filmi getiriyor. Oğlanın, geldiği yere dönüp de, birbirlerinin şiirlerini anlayabilecek kadar aynı dili konuştuğu kızın gözlerini kapatışı.

"Arkadaki duvar ne renk?"

Mesela ne zaman kese kağıdı görsem anımsadığım şeyler var. 
Galatasaray Lisesi'nin karşı sokağındaki minik bir kahvecide/ kahvehane/ kafe/ neyse.
İstanbul'lu şeylere yakışıyor kese kağıdı kokusu mesela.
O kağıdın üzerine siyah mürekkeple yazı yazmak da yakışıyor.
Kırmızı da olur.
Kırmızı.
İki renkten biri gibi.

O da çok İstanbul.


Kahve, kese kağıdı ve şiir de yakışıyor birbirine.

İnatla kraft değil de kese kağıdı deyişimin sebebi belki başka şeyler çağrıştırır diye.

Çağrıştırsın diye ya da.

Ahşap gibi güzel, ahşap gibi sıcak bazı şeyler.

Günün birinde trabzan seçmen gerekirsen öyle olsun bence.

Bazen hiçbir şarkı radyoda duyulduğu gibi gelmiyor kulağa.

Belki de hiçbir şarkı seçilmediği içindir.

Şarkıların armağan edildiğinde ısınıp da güzelleştiğini toplam ömrümün epey büyük bir çoğunluğu geçtikten sonra öğrenmem hazin.

Şimdi ne zaman Sarı Odalar çalsa moralim bozuluyor mesela.

Ya da her bitirişi şeyle yapmak istiyorum; içinden renk ve güzel şeyler geçen o şarkıyla.
Korsanın güzelliği diyelim.

Mesela uzun uzun yürürken sorulan sorular da manzaraya takılıyor bazen.

Uzun uzun oturulurken de.

Bu gecenin yalpalaması için bir sebep soracak penceredeki mevsim.
Diyeceğim ki ben de, ay nazlanıyor, yağmur yeteri kadar cömert değil ve artık çantalarım sürprizlere yataklık etmiyor. 

İçerisinde bulunduğum coğrafya gereği nehirler boyu susabilirim.
İçinden çıktığım coğrafya gereği dalgalanasım geliyor.

İşte tam bu aralıkta, inandığım şeyler hâlâ var.

Yazık diyorum.
Kendi kendime inciniyorum.

2 Eylül 2013

"cansız cam ardından.."

Sıradan bir magazin ya da yaşam tarzı gibi -eskiden afili şimdi akademik duran- kelimelerle tanımlanan bir dergide, oldukça güzel, çok çok güzel bir kadının şu cümlesi günü paramparça etti:

"Ne olmak istediğimi, nerede bulunmak istediğimi, ne yapmak istediğimi bilmiyordum." 

Keşke sadece gün parçalansaydı.
Ciltlerce kitabın arasında taşlaştım.

Bir şeylerin anlamını bulmak şöyle dursun, sahip olduğu tüm kırıntıları da kuşlara yedirdiği bir mevsimin ardından, eylülün sonsuz kızıllığı kapıya dayanmışken, artık üşümek ayıp kategorisinden sıyrılıp da yüceleşiyorken...
Daha da kaybolmasın isterdim.

Uzun zamandır istediğim şeyler olmuyor.

Geçtiğimiz kış yırtılmaya başlayan gecelerin üzerinden bir yaz geçmişken, yeniden yanaklarım ıslak, göğüs kafesim dar bir üçe uyandım.

Cümle kurarak netleştiremediğim bir sınır içerisinde, alabildiğine yersiz, sıkılgan ve bıkkın haldeyim.
Üzerime devriliyor yarının duvarları.
Bugünküler çoktan enkaz.
Bir yerlere sakladığım bir ümit olmalı.
Olmalı.
...
Değil mi?

Çok erken olduğu aşikâr bir zamanın aynı zamanda bir şeyler için de çok geç olması hem kaslarımın yük üzerine yük bindirme yetisini alıyor, hem kalp atışımı tekletiyor.

Bir çözümüm, çözüme ulaşmak adına gidebileceğim bir yerim, durdurabileceğim bir zamanım, hızlandırabileceğim bir sürecim, konuşulacak bir konum, beraber susulacak bir sükûnetim yok.

Ayın ortasına daha çok var. Ayın ortasına kadar yapılacak çok iş var. Ayın ortasına nasıl geleceğimi bilmiyorum. Geldiğimde formalitesi tamamlanmış bir şeyler sunabileceğimden emin değilim. Ama olur da bu sürüngen ruh hali içinde en azından bunu yapabilirsem, belki o kırk metrekarelik dairede bulamadığım ümit kendi kendine bir raftan ayağımın dibine düşer. 

Şermin öleli epey zaman oluyor. Şehnaz da öldü.
Elimden gelmiyor yaşatmak.

Bu eylüle mecburen böyle başlayacağım: 


26 Ağustos 2013

yokmuş gibi

Annemin gülümsemesinin yettiği zamanlar var. Ve annem bunun ne olduğunu bilemez. Bilemez çünkü uzun zamandır annesi ona gülümsemiyor. Gülümseyemiyor. Yokluk dediğimiz yerden gelen tebessümleri hangimiz görüyor?

Ben görünen bir yerden annemin dudak kıvrımlarını görmek ya da sesinde gülümserkenki o hafif gerginliği hissetmek istiyorum. Bazen şiddetle.

Birilerinin birilerini bu şekilde iyileştirdiği dünyada, hiçbir yara hafifletici tarafımın olmayışı yokluğa düşmeyişime anlam katmıyor.

Bazı günler çok güzel başlıyor.

Yarılanmadan soluyor.

Bunun insan dediğimiz yaratığın tutarsızlığıyla bir ilgisi yok.

Güzel başlayan günler, kimisinin gülümseyişine sebep olmadığınız için tam da güzel olamıyor.

Gün sol taraftan yeryüzüne düşüyor, kırılıyor.

Kimin dudak gerginliği yeniden güneşi hatırlatırsa, yeni gün o zaman.

14 Ağustos 2013


İstediğimden emin olduğum şeyler de var. 
Mesela; uykuya inanıyorum.
Uykusuzluk kadar.

10 Ağustos 2013

"Gel, hiç üzülme..."


Aklımın kaldıklarıyla kalbime kalanları eşitleyemediğim bir zaman içinde tekerlek çevirip duruyorum. Çok zaman geçiyor. Çok uzun zaman geçiyor. Nerede durup, neyi beklediğimizi, ne için kelimeleri tükettiğimizi ya da sakındığımızı kestiremediğim bir yumak içinde yuvarlanıyorum.

İstanbul'u düşünüyorum sık sık.

Evi-mi daha çok.

Giderken başlangıç noktasındaydım. Hazırdım. Kalbimde o gücü her zerresiyle hissediyordum. O güce ulaşmam için değildi belki ama, doğduğum yerin son bir çalım görüntülü hayal kırıklığı bütünlüğü de etkili olmadı değil. 

Denizden uzaklaşıp, bir yerlere deniz kokusu taşıyabileceğim inancıyla almıştım ilk biletimi.

Şimdi hesapları önüme defter defter açınca, hava boşlukları, dolu olan hücrelerimi sıkıştırıyor gibi. 

Hâlâ tek çözümümün orada olduğunu düşünüyorum, ben zaten bir şey düşününce o yörüngeden çıkmam için epey sarsıntılı yollar gerekiyor.

Ev, ilk gününden beri kalbimle birbirine karışık. Zincirlenmekse, bu ömrü oraya bırakabilirim.
Bırakmak istiyorum ya da. 
Elimde olsa bıraksam.
Bir yerle iç içe geçmek öyle zorken..

Özlediğim bir şehir var.

Sürekli gözümün önünde olsun, kokusunu unutmayayım, fotoğraflarımızı biriktireyim, arkamdaki manzarada illâ ki onun da mavisi olsun.
Bana hitap etmiş tek bir anısı, cümlesi, rengi olsun, yeter dediğim..

Bazen özlemek yetmiyor.  

Yeteri kadar tutkulu bir şey değil ya da.

Bağlanma korkum şehir şehir yürüyor.

Eve olan hasretimle, başka bir şehre, gerilerde kalmış, beni heyecanlandıran, kalbimi kenarından yakalayıp da tutuşturan o şehre olan meylim de birbirine eşitlenmiyor.

Yadırgadığım o düşüncenin kıyısında bir duygu olarak buluyorum kendimi. Bana bahsettiğinin aynısı belki. Tanımların benzemesinden çekiniyorum belki. Utanıyorum sonra.

Sonra da kendimi onca güçlü hissettiğim bir zaman dilimi geçirebildiğim ve daha büyük bir tutkuya ulaşabildiğim için derhal başımı kaldırıyorum.

Orada yaşanabilecek şeylerin tükeneceğini kanıksamış olmalı ki soluğum, hep bir çekingenliğim var.
Kaybolursam, nasılsa benimle nefes alan bir yer değil, nasılsa kaldırımlardan toplamaz inançsızlığı.

Ev öyle değil.

Kalp atışımı hisseden bir şeyler arıyorum etrafımda.

O bulacağım renk bana sadece bir kez seslenmesin, soldukça da parladıkça da suya ihtiyacı olup, beni çağırsın istiyorum. 

Bir defteri kapadığımın açık ara kanıtıydı başlangıcım.

Mutsuz olmadım.
Pişman olmadım.
Dönmek istemedim.
Fikrimi değiştirmedim.

Oranın uyanışına karışacağımı, gecesine katılacağımı biliyordum; öyle de oldu.

Şimdi uzakta bir özlemim yok değil, kendini hatırlatmaktan çekinmiyor.

Çekinmesin de.

Gitmesin.

Unutmaktan çok korkuyorum yollarımı.

Mavi Kuş* çalarsa, beni illâ ki anlayacaktır değil mi?

Geçmiş zaman eklerim anlamıştı, yine anlasa genişlettiğimiz dünlerde yuvarlanırken...


5 Ağustos 2013


"..Kalbime damlayan ter
Sen misin çocuk...
Kahrımızdan ölmeden önce
Son bir kez..."

4 Ağustos 2013

Ağustosun gerçek anlamı

"Turgut beni her an elinden kaçıracakmış gibi gereksiz bir kaygıyla yıpranacak, ben de hiçbir rekabetin söz konusu olmadığı bir alanda boyuna birinci seçilmekten yorulacaktım..."

Tomris Uyar

3 Ağustos 2013

senden de önce


Suyun akıp da yolunu bulduğu, bulup da çağlayanlara, okyanuslara ulaştığı ya da hiç durmadığı o durum bütününde yaslanabileceğim tek şey o camgöbeği maviliğin illâ ki bir zamanda beni eve bırakacağına olan inancım.

400 Darbe çekileli elli dört sene oldu.

Bir yerlere varmanın bu kas ağrılarına dolaşık kalple ne kadar mümkün olduğunu bilmiyorum ama her uyanışta yiten bir şeyler var.

Çocuk olarak kalamamanın, yetişkinliğe yerleşememenin yersiz yurtsuzluğu tekletiyor nefesi.

Aslında iyi biliyorum.

Geç olacak.

Güç de olacak.

Ama olacak.

Rüyalara ısınamadığımdan içine almadıklarımın hepsiyle tek tek koşacağız o uçsuz bucaksız denize.

Ama içimde, ama dışımda.

Suyun durmadığına inananlarla buluşacağız bir vakit.

Şartsız, koşulsuz.

Sadece hayat bitiyor diye.

Sadece, bitmeden bir ev edinebilmek için.