Hiçbir şey aynı kalmıyor. Bu, yaşanmadıkça anlaşılmıyor. Hayatın o durağanlığı kendi içinde bir sürü tohum atıyor toprağına... Zamanı ne zaman gelecek diye sabırsızlandığımız ne varsa; hazırlık yaptığımız, bütün o bekleyişe inat hep en beklemediğimiz anda oluyor. Hiçbir şeye hiçbir zaman tam teşekküllü duygularınla, kontrolünü yitirmeden dahil ve şahit olamıyorsun.
Şimdi başka bir yere kıvrılıyor yol. Alışkanlıkların son tüketim tarihi yaklaşıyor. Yağmurlarla uğurluyoruz yorulmuş, kışla yoğurulmuş umutsuzluğumuzu, yerleşikliğimizi...
Hiçbir şey tastamam görünmese de, baharını bekleyen çiçeklere ne çok inandığımız geliyor aklıma. Hatırladığım ne varsa göğsümde filizleniyor.
Sürekli çatlaklarını bir arada tutup, içindeki suyu sızdırmamaya çalışan bir vazo gibi ayakta ve bir bütün olarak durabilmeye çalışmak, içimdeki çiçekleri soldurmadan, çürütmeden, öldürmeden o bir avuç suda yaşatmaya uğraşmak bazen bütün yaşam kaslarımı çok zorluyor.
Yine de bırakamıyorum. Bırakmak, bırakılmak...
Uçmayı unutmuş bir kuş gibi zaman...
Kendini öğrenip öğrenip geri unutman, unutup unutup yeniden hatırlaman, her baharda açman, her maviliğe kanat çırpman, illa ki kendini o hayatın bir köşesine teyellemen gerekiyor.
Taşlar nereye yuvarlanıyor, kaç yıllık çamların kozalakları nerede birikiyor, geldiğimiz yollar kendini mi siliyor, yoksa yarına çeyiz mi diziyor, güneş kimin için hangi dağın ardından doğuyor, bilmiyorum...
Bir ıslık gibi, iki dudağımız arasında ince bir nefes gibi gelip geçiyor mevsimler,
geriye kalanlar;
iç sarmaşıkları,
gövdemizde sızlayan ağaç kabukları,
hatırladıkça genişleyen mavilikler ve
rüyası ömrün.