31 Ekim 2010
29 Ekim 2010
İçimin de dışımında olmadığı, ya da içimi de dışımı da bilmediğim bir dünya zamanıydı;
sanırım 8-9 yaşlarındaydım.
Acıyı, kederi, neşeyi henüz ayrıştırmamıştım.
Hayattı, yekpâreydi. Her şeydi, bir şeydi.
Sokağın sonuna doğru uzayıp giden bir tepenin ağzına oturmuştu.
Yüzünde yaz esmerliği, ağzını rüzgâra karşı açmış; mırıldanıyor muydu yoksa rüzgârı mı yalamaya çalışıyordu? Anlamamıştım.
Beyaz bir yaz günüydü. İlk o gün görmüştüm onu.
Mevsimler birinden öbürüne devrilirken, elimizi arı sokarken, bisikletten düşüp
dizlerimizi kanatırken canımıza bir şey olurdu; hissederdim. Ama acıya dahil değildi yine de bunlar.
Hayattı, yekpâreydi işte.
Zaman, hayatı parçalara ayırıp "parça parça" görmeye başladığımızda, acı, o yekpâreliği yitirdiğimizde oluşacaktı.
Şimdilik dünya geniş ve ılıktı. Biz kendi ılık dünyamızın içinde salınan, uçuşan perilerdik.
Gün ortasında yazlık sinemanın arka duvarından atlar, orada kurardım hışırtılı sessizliğimi. Sayamayacağım kadar çok sayıda, yeşilli mavili tahta sandalyelerin
arasında, geceden kalmış ve öğle güneşiyle gevremiş milyonlarca çekirdek kabuğunun ortasına yayılır, ılık güneşin ensemi yalamasına göz yumardım. Nereden
geldiğimin, niye geldiğimin sorusunun olmadığı zamanlardı.
Biz periler o zamanlar en çok ılık, beyaz yaz günlerini severdik.
Kış mart demekti; ve mart hakkında hiç de iç acıcı olmayan bilgilerim vardı.
Mecaz bilmezdim. Annem mart dokuz donludur derdi.
Yazın ilk günleri benim "öylesine oluş"um gibiydi. Ilık ve uçucu, yekpâre ve sonsuz ve doya doya beyaz gün.
Periliğimin yeşil vadisindeydim, uçuşmaktaydım ama sanki vadi bitmekteydi.
Gözüm kendi içime ve dışıma bakmaya ayrılmaktaydı.
Sanki dünyaya "yayılma hali" çatlamaya başlayacaktı.
Bacak boyumun yetmediği bir bisikletle bisiklete binmeyi öğreniyordum.
Bir öğretenim yoktu, karar vermiş kalkmıştım, o kadar...
Boyumdan büyük heyulayı sürüyerek dışarı çıkartır, bahçe duvarına yaslar, ayağımın altına yerleştirdiğim yüksekçe bir taş yardımıyla atlardım bisikletin tepesine. Pedallara bastığımda, duyduğum tek kuralı uygular, önüme değil ileriye bakardım. Sokağın sonundaki bayıra dek giderdim böylece. Ama sokağın sonunda, her seferinde düşerek inerdim durdurmayı bilemediğim o koca tekerlerin üstünden.
Kaş, kafa, diz filan yarardım. Kaşım, kafam, dizim filan acırdı, ve bunların hiçbiri acı değildi.
O günlerden biriydi. Öğlenin ıssızlığı vardı sokakta. Ve ben birazdan düşeceğim noktaya doğru hızla pedal çeviriyordum. Onu tepenin ağzında oturmuş gördüm. Eve, evlere, bahçelere ve hatta ağaçlara olan küsmüşlüğüyle, öylece oturmuş, anneannesi hariç her şeyden istifa etmeyi düşünen yüzüyle karşılaştım. O rüzgârı yalamaya çalışıyordu.
Benimse durdurmayı da döndürmeyi de bilemediğim bisikletten düşerek inme vaktim gelmişti.
Toparlanmaya, bacaklarım ve avuç içlerimdeki tozlu acıyı silkelemeye çalışırken beni seyrettiğini ve bana güldüğünü gördüm. Bir de mahcup oluşu; insanın rengi değişiyor, ısısı artıyordu.
Bu ânı böylesine net hatıra etmiş olan zihnim, sonrasını hatırlamıyor. Nasıl oldu da tanışmıştık, ben mi onun yanına gitmiştim, o mu benim yanıma gelmişti, bilmiyorum. Bildiğim bir yabancıya, ötekine yakınlık duymuştum.
Esmer tenli, beyaz gülüşlü bir öteki "peri".
En az benim kadar sessizdi. Benden de sessizdi. Kendi sessizliğimi bir kenara koyup, onun bana dokunan sessizliğini kırmaya çalıştım.
Bir şey hoşuna gittiğinde gülümserdi.
Gülümsediğinde dünyada bir beyaz delik açılırdı.
Ben o yaz o beyaz delikten içeri atladım.
Kış (tekrar) gelmişti. İçerilere, yaza benzeyen sıcak odalara, camlarından damlalar süzülen pencere arkalarına geri çağrılmıştık.
Kıştı; büyük sessizliğiydi dünyanın.
Neden, sebep, özlem, isyan tanımazdık. Ve tabii böylece alınganlık ve kırgınlık da. Ne ben onu aradım ne de o beni. Kış gelmişti işte, ve biz çeriye çağrılmıştık o kadar.
Yaz beni kendi vadimden çıkarmış, onun beyaz gülüşüyle tanıştırmış, onunla doyurmuştu.
Ne kıştan yakınacak ne yazı özleyecek sebebim vardı.
Yazlık sinemanın tahta sandalyeleri büyük alanın bir köşesinde üst üste istif edilmiş,
üstleri geniş bir naylonla örtülmüştü.
Hayattı; hâlâ yekpâreydi.
Kış gelmişti işte ve biz içeriye çağrılmıştık.
Birhan Keskin
sanırım 8-9 yaşlarındaydım.
Acıyı, kederi, neşeyi henüz ayrıştırmamıştım.
Hayattı, yekpâreydi. Her şeydi, bir şeydi.
Sokağın sonuna doğru uzayıp giden bir tepenin ağzına oturmuştu.
Yüzünde yaz esmerliği, ağzını rüzgâra karşı açmış; mırıldanıyor muydu yoksa rüzgârı mı yalamaya çalışıyordu? Anlamamıştım.
Beyaz bir yaz günüydü. İlk o gün görmüştüm onu.
Mevsimler birinden öbürüne devrilirken, elimizi arı sokarken, bisikletten düşüp
dizlerimizi kanatırken canımıza bir şey olurdu; hissederdim. Ama acıya dahil değildi yine de bunlar.
Hayattı, yekpâreydi işte.
Zaman, hayatı parçalara ayırıp "parça parça" görmeye başladığımızda, acı, o yekpâreliği yitirdiğimizde oluşacaktı.
Şimdilik dünya geniş ve ılıktı. Biz kendi ılık dünyamızın içinde salınan, uçuşan perilerdik.
Gün ortasında yazlık sinemanın arka duvarından atlar, orada kurardım hışırtılı sessizliğimi. Sayamayacağım kadar çok sayıda, yeşilli mavili tahta sandalyelerin
arasında, geceden kalmış ve öğle güneşiyle gevremiş milyonlarca çekirdek kabuğunun ortasına yayılır, ılık güneşin ensemi yalamasına göz yumardım. Nereden
geldiğimin, niye geldiğimin sorusunun olmadığı zamanlardı.
Biz periler o zamanlar en çok ılık, beyaz yaz günlerini severdik.
Kış mart demekti; ve mart hakkında hiç de iç acıcı olmayan bilgilerim vardı.
Mecaz bilmezdim. Annem mart dokuz donludur derdi.
Yazın ilk günleri benim "öylesine oluş"um gibiydi. Ilık ve uçucu, yekpâre ve sonsuz ve doya doya beyaz gün.
Periliğimin yeşil vadisindeydim, uçuşmaktaydım ama sanki vadi bitmekteydi.
Gözüm kendi içime ve dışıma bakmaya ayrılmaktaydı.
Sanki dünyaya "yayılma hali" çatlamaya başlayacaktı.
Bacak boyumun yetmediği bir bisikletle bisiklete binmeyi öğreniyordum.
Bir öğretenim yoktu, karar vermiş kalkmıştım, o kadar...
Boyumdan büyük heyulayı sürüyerek dışarı çıkartır, bahçe duvarına yaslar, ayağımın altına yerleştirdiğim yüksekçe bir taş yardımıyla atlardım bisikletin tepesine. Pedallara bastığımda, duyduğum tek kuralı uygular, önüme değil ileriye bakardım. Sokağın sonundaki bayıra dek giderdim böylece. Ama sokağın sonunda, her seferinde düşerek inerdim durdurmayı bilemediğim o koca tekerlerin üstünden.
Kaş, kafa, diz filan yarardım. Kaşım, kafam, dizim filan acırdı, ve bunların hiçbiri acı değildi.
O günlerden biriydi. Öğlenin ıssızlığı vardı sokakta. Ve ben birazdan düşeceğim noktaya doğru hızla pedal çeviriyordum. Onu tepenin ağzında oturmuş gördüm. Eve, evlere, bahçelere ve hatta ağaçlara olan küsmüşlüğüyle, öylece oturmuş, anneannesi hariç her şeyden istifa etmeyi düşünen yüzüyle karşılaştım. O rüzgârı yalamaya çalışıyordu.
Benimse durdurmayı da döndürmeyi de bilemediğim bisikletten düşerek inme vaktim gelmişti.
Toparlanmaya, bacaklarım ve avuç içlerimdeki tozlu acıyı silkelemeye çalışırken beni seyrettiğini ve bana güldüğünü gördüm. Bir de mahcup oluşu; insanın rengi değişiyor, ısısı artıyordu.
Bu ânı böylesine net hatıra etmiş olan zihnim, sonrasını hatırlamıyor. Nasıl oldu da tanışmıştık, ben mi onun yanına gitmiştim, o mu benim yanıma gelmişti, bilmiyorum. Bildiğim bir yabancıya, ötekine yakınlık duymuştum.
Esmer tenli, beyaz gülüşlü bir öteki "peri".
En az benim kadar sessizdi. Benden de sessizdi. Kendi sessizliğimi bir kenara koyup, onun bana dokunan sessizliğini kırmaya çalıştım.
Bir şey hoşuna gittiğinde gülümserdi.
Gülümsediğinde dünyada bir beyaz delik açılırdı.
Ben o yaz o beyaz delikten içeri atladım.
Kış (tekrar) gelmişti. İçerilere, yaza benzeyen sıcak odalara, camlarından damlalar süzülen pencere arkalarına geri çağrılmıştık.
Kıştı; büyük sessizliğiydi dünyanın.
Neden, sebep, özlem, isyan tanımazdık. Ve tabii böylece alınganlık ve kırgınlık da. Ne ben onu aradım ne de o beni. Kış gelmişti işte, ve biz çeriye çağrılmıştık o kadar.
Yaz beni kendi vadimden çıkarmış, onun beyaz gülüşüyle tanıştırmış, onunla doyurmuştu.
Ne kıştan yakınacak ne yazı özleyecek sebebim vardı.
Yazlık sinemanın tahta sandalyeleri büyük alanın bir köşesinde üst üste istif edilmiş,
üstleri geniş bir naylonla örtülmüştü.
Hayattı; hâlâ yekpâreydi.
Kış gelmişti işte ve biz içeriye çağrılmıştık.
Birhan Keskin
24 Ekim 2010
..
bir martıyı ağlattın işte
bir çocuk garanti intihar eder artık
kütür kütür küfrediyor gece imanıma
bir yaprak kırılıp suya düşüyor
su yaralanıyor su kanıyor şelale!
ah nasıl titredim tensiz
bir piyanist büküldü sanki
kesişen ayrışık doğrular gibi
çarpışıverdim yüzünle. Yüzün
öyle düzgün suna bir elyazısı
yüzün yüzüme aksedince
yüzün ayna alnımda
yüzün uzun hüzünlü bir alınyazısı!
bitmemiş bir ömrün yalanısın
sen: kâbuslarımın tabiri
çocukluğumun arta kalanısın!
öldüreceğim kendimi dudaklarınla
dudakların etle, şehvetle seferber
sen! bana inen son kutsal kitap
son fakir yatır
son aciz peygamber!
bir martıyı ağlattın işte
bir çocuk garanti intihar eder artık
Küçük İskender
bir çocuk garanti intihar eder artık
kütür kütür küfrediyor gece imanıma
bir yaprak kırılıp suya düşüyor
su yaralanıyor su kanıyor şelale!
ah nasıl titredim tensiz
bir piyanist büküldü sanki
kesişen ayrışık doğrular gibi
çarpışıverdim yüzünle. Yüzün
öyle düzgün suna bir elyazısı
yüzün yüzüme aksedince
yüzün ayna alnımda
yüzün uzun hüzünlü bir alınyazısı!
bitmemiş bir ömrün yalanısın
sen: kâbuslarımın tabiri
çocukluğumun arta kalanısın!
öldüreceğim kendimi dudaklarınla
dudakların etle, şehvetle seferber
sen! bana inen son kutsal kitap
son fakir yatır
son aciz peygamber!
bir martıyı ağlattın işte
bir çocuk garanti intihar eder artık
Küçük İskender
23 Ekim 2010
terk..
Artık cümlelerim yok. Yitik bir sessizlikte ölüyorum. Suskunluğum yankılanıyor tarih çizgilerinde. Tarihi kayıp bir kadın olmayı diliyorum sık sık. Tenim üşüyor mecalsiz anlar arasında. Varlığıma tokat gibi inen gözyaşlarını silemiyorum. Mürekkepli yalnızlığımı çoğaltamıyorum, odamı hep kırık notalar dolduruyor ve ben bir sebep bulamıyorum artık sonbahar yapraklarını toplamak için. Avuçlarım kanıyor benim, suların tuzunda kavruluyorum. Terk edemediğim bu bedenin içinde çürüyorum, aynalar kırık dökük, sırlarından birkaç kirli sözcük dökülüyor parmak uçlarıma. Her gören yüzümden çalınan pembeliği soruyor, hastayım çocuk. Yıldızlar birer birer kayıyor benim gökyüzümden, mucizeler birer birer bileğime saplanıp , kanıma karışıp, akıyor dışarı. Benimle kalmıyor hiçbir hayat. Nicedir ellerimi kimse sıkmıyor. Bütün güzelliklerim, çirkinliğimi gözlerime bırakıp gidiyorlar, denizlere, aşklara... Ben öyle kendi kıyımda, kendi dalgalarımda, kendi güzüme yenik... Korkularım dinmiyor, kapımı hayat çalmıyor.
Aşksız çok kirliyim, kendime bile dayanamazken;
belki buralardan gitme vaktidir...
22 Ekim 2010
hallerarasılık..*
16 Ekim 2010
tavus..*
İçimin sonbaharı demiştim, henüz çiçekler tohumlarını yeni yeni patlatmaya başlamışken... Sonra bahar geçti, erguvan mevsimi İstanbul'a değdi geçti. Aşiyân'ı düşündüm, şiirleri unutan belleğimi sulara koydum. Pek çok şeyi unutmaya çalıştım mevsim döngülerinde, sonra bahar geçti. Ben bu bahar papatya mevsimini kaçırdım. Ellerimin ağrısı duraklarda beklerken, yeşiller beyazlara aktı, güneş damladı içlerine, ben yoktum. Yaz derken, yeni renklere tutunmak istedim, biraz kılıksız biraz gözü yaşlı, sana çokça uzak, sana en yakında geçti yaz. İstanbul mor salkımlar halinde döküldü yollarıma, suların yeşerikliğini bilyeler halinde bıraktım gökyüzünden, duymasan da kalbimden ismin geçti. Sonra şaraplar düşünüldü, güzel müzikler, sıcak mevsimleri buharlaştıran çay kokuları, sevdiğimiz kitaplardan yükselen saman kağıdı kokusu. Küllendiriyordum seni kalbimin coğrafyasında, başka bir iklimin başka bir gökkuşağında valsleri kırıyordum. Kuleleri, köprüleri, eğimi göğüste bir nefeslik sıkışıklık yaratan caddeleri aştım. Renkli boncuklar ve kumaşlarla tebessümler yarattım. En çok çayına şeker atmama izin veren insanlarla olmak istedim. Pek çok şey, İzmir trafiği gibi geçti. Bilirsin; gereksiz bir yavaşlıkla ilerliyor burada hayat, hayatı saçmalarcasına ağır çekime bırakan insanların, oksijensiz altın günleri gibi. Senin ve benim olanları bırakmaya çabalıyorum nicedir. Uzaktan izliyorum pek çok güzel hikâyeyi. İçine dahil olamadığım tüm güzellikler gibi, hikâyeleri de... Güzel insanların sesleri vardı o şehirde, güzel insanlarla paylaşılan çay muhabbetleri, güzel sokaklara yer etmiş kedi sıcaklıkları, sokakların sesi, seslerin sokak sokak birbirine çıkışı. Şaşırdım çok, senelerini verdiğin kentten kendini bunca kovmana. Seneler boyu bana anlattıklarının ötesine bir şekilde geçebilmiş olmama. Bilirsin; benim "öç" kavramım böyledir, mevsimi yaşarım, renklere dokunurum. Senin gözlerinin ve teninin ötesinde bunu yapabildiğimde hırsımı alırım. Hırs demek doğru değil aslında buna, yalnızca bir şeye tutunmak belki. Artık üzüldüğüm şey, başka bir kadının gülüşü değil, senin zamanın dışında oluşun. Niye öylesin ki... Belki sulara gerçekten değebilseydin ve inanarak renklendirebilseydin sevdiğin dizeleri, ve belki gerçekten unutmasaydın sahiplik eklerinden sevgine ördüğün masalı.. O zaman gerçekten minnacık da olsa tebessümle bakardım başkası için çarpan kalbine. Müziklere en çok, aylarını sayamadığım yıllara.. Tarihlere tutukluyum ben biliyorsun, sahi kaç yaşındasın şimdi? Ben epey yaşlandım tüm bu işaretsiz sorular ardında koşarken. Güzel değilim ve her adım attığım masal "kapandık" levhasını çeviriyor yüzüme. Omuzlarım ve ellerim... Belki bir gün, Ege ve Marmara'nın birbirine karıştığı bir suda yıkanır ömrüm, o zaman belki sen başka bir coğrafyanın ayak basılmamış bir köşesinde yeniden şiir okursun, karşındaki kadına ağlarım belki, belki kendi hayallerimin kırık "Dize" sine...
12 Ekim 2010
..Solgun balmumu çiçeğinden o hiç anlatılmayana...
...
Kimselerden öğrenmediği bir gülüşle
Böylece, insanın en müthiş bir yerinde, insanın
Başkalarınca işitilmedik bir yerinde
Acısızlık açınca ölmemekteki renklerini...
Edip Cansever
*fotoğraf: Henri Cartier Bresson
10 Ekim 2010
Bu vakitsiz giden yaz, erken inen akşamla,
Kapanmış pancurlara dayıyarak başını,
Dinle solgun bahçenin kalbe anlattığını,
Ağacın yaprak yaprak, havuzun damla damla.
Kuşlar sanki yaralı, benzin sararmış gamla,
Duymak güneşin, rengin bize bıraktığını.
Günler günü vefasız leyleklerin akını
Ah uzak palmiyeler... Kaçmak, seninle, yazla.
Çardak altları bitti, bitti üzümün tadı,
Artık ihtiyar çamlar, selviler saltanatı,
İşte bir kere daha haraboldu bahçeler.
Ürperen vücudunu yavaşça koluma ver.
Gözlerinde okunan bütün hüznü eylülün,
Karanlıktan, geceden, ölümden korkan gönlün.
3 Ekim 2010
suların yarısı..
Üzeri üzerine eklenen kumlardan saçılan zerrelere isminin bağlandığı yazlardan artanım. Suların diş geçmez maviliğini oluk oluk akıttığım düşleri, tozdan pembeden rüyalarına saldım. Yol kenarlarında sulanmayı bekleyen hercaî menekşelerin harelerinden yuvarlanan kestanelere, mor duruş ekleyen mevsimde, eylüllerden kumdan kaleler yaptım.
Beklediğim vapurların şaşmış tarifelerine uyup iskeleler boyunca yürürken, vardığın limon kentlerinden düşen, ruj kokusunun sindiği kartpostal; kalbim.. Onu söken şarkılar var, bildiğin, hissettiğini bildiğim. Gölgesiz uykuların üzerine pike çekilmiş saatlerde... Turnaların hasret, rüzgârın, maziden ellerin sıcaklığını taşıdığı gün doğumları...
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)